30 Aralık 2008 Salı

Mesaj



Zaman geçer, gider. Silmez hiçbir şeyi, ama üstünü örter, saklar senden. Nasır tutarsın artık, hissetmezsin eskisi gibi.

Her şeyin bir anda yok olur bazen. Telefonun artık çalmaz. Cuma iş çıkışının gelme sebebi yoktur artık, gelse ne olacak ki? Sanki koşa koşa gidip sarılacaksın boynuna, içine çekeceksin kokusunu, gözlerin kapalı... Ayrılık sonrası bu. Zaman yine yanındadır senin. Elinden geldiğince çabuk davranır, ama çok da hızlı olamaz, zordur. Unutturmaz, ama acısını alır, ateşini alır o şeyin. Batmaz içine artık. Ya iyi hatırlarsın eski günleri, ya da köşeleri törpülenmiş, yuvarlanmış hâlde kalır gider içinde. Unutturmaz ama zaman.

Aylar sonra... Bittiğine inanmış, ama hâlâ sindiremiyor olsan da, köşeleri yuvarlamaya başlamıştır zaman. İşte o sırada, bir mesaj gelir. Karanlığa iyice gömülmüşken... Sesler kafanı ezerken, içini çekerken dışarı, kalırsın öyle. Anlatacak kimse yoktur, paylaşacak yoktur kabuğu yolunan yaranın acısını. Aynı aylar önce olduğu gibi...

Demiştik ya, arkadaş denen şey yalan, yalnızsın. Kayboluverirler onlar zaten. Karanlıktayken gelip bir mum yakmaz hiçbiri. Disko ışıklarında belirirler. Parlak, fosforlu ışıklarda, suratlarında koca bir gülümsemeyle beliriverirler yanında. Ya da bazen, "canım sıkkın" diye çalan bir cep telefonunun yanıp sönen ışığından çıkarlar, açarsın, anlatırlar. Zayıf, titrek mum ışığı yeter aslında sana, başkaları gibi renkli, güçlü ışıklar istemezsin. Ama yoktur işte. Gözlerin de kapanmaz, arar onlardan birini durmadan. Hangisi olursa. Eski günlerden bir sokak lambası, ya da dediğim mum ışığı. Gözlerin kapanmayınca karanlık iyice esir eder seni. Sesler, şarkılar içini çeker, boşaltır; karanlık dolar içine.

O mesaj... Sevinsen olmaz, üzülsen olmaz. İçine batan şeyin sivriliği, keskinliği tam azalırken, yaralar iyileşirken, bir yenisi eklenir. Meraktır bu.

"Ne diyecekti acaba?" dersin. Ne diyecekti acaba, on dakika önce baksaydın şu mesaja... "Seni bundan sonra hatırlamayacağım, hoşça kal." da diyebilir, "Hayatımın içine ettin!" de, "Belki..." de...

Merak bazen güzeldir, ama böyleyken zordur.

Eskisi yetmezmiş gibi, bir de bu sızı katılır içine. Paramparça olur orası. Nefes almak istemezsin, istemedikçe dolar içine, patlayacak gibi olursun. Gözün kararırken içine çekersin, gelmez; karanlık dolar yine içine, boğulacak gibi olursun.

"Keşke" dersin yine. Keşke, ya hiç başlamasaydınız, arkadaşlık güzeldi; ya da bitmeyecekti, zorlayacaktınız. Bulmak kolay değildi, niye böyle kolay yitirdiniz?

Para gibi. Kazanmak zor, harcamak kolay.
Zaman gibi. Geçer gider, ama hiç bitmez.

26 Aralık 2008 Cuma

Kan, Çile ve Parfüm Kokusu

Sevgili İnsanlar,

Size uzun zamandır yazamıyorum yine, yazmak istediğim birkaç şeyi de unuttum, hevesim kaçtı falan filan.

Kurban bayramı... Her tarafın kan ve bokla kaplandığı, üstüne bir de hayvanların sıcak iç organ kokularının difüzyonla burnunuza ulaşırken soğukta bıraktığı buharı da görebildiğiniz bir garip etkinlik. Sevdiğim tarafı da var, insanların güler yüz ve yardım çabasıyla garip bir ruh hâline bürünmeleri, aramadıklarını arama, görmediklerini görme mecburiyeti hissetmeleri. Şart mı? Değil tabii; bazen seviyorum ama bayram ziyaretlerini ben.

Yine dert yanayım biraz sizlere. Aylardır bir şeyler olsun diye çabalıyorum, bir türlü düzene girmiyor. Sürekli kafada düşünceler, oradan oraya koşturmalar, kendi canım yetmiyormuş gibi etrafımdakilerinkini de iyice sıkmam, sonuçta ise hiçbir şey elde edememem... Hayatım bir türlü olduğundan daha güzel olmuyor. Başkalarının daha az çabayla elde ettiklerine ben yaklaşamıyorum bile. İş güç gibi şeylerden bahsediyorum. Burada kalacaktım madem, niye o kadar çabaladım?

Bir de işe yarama düşüncesi var. Faydalı bir şeyler yapayım diyorum, işe yarayayım, ölürken huzurlu olayım diyorum. Yine olmuyor. Sivil toplum aktivistleri, siyasetçiler, bilim adamları, sokak hayvanlarını besleyen insanlar gibi bir işe yarayayım diyorum, beceremiyorum. Elimi kolumu bağlayan zincirler acaba kırılacak mı bir zaman?

Herkes nasıl her şeyi başarıyor? Hem okul, iş, hem sosyal başarılar, hem gezme tozma, hem aşk, hem müzik, nasıl yapıyorsunuz ey insanlar bunu?

Yine de hayatımın daha fazla olmasını istediğim mevcut güzelliklerini hiçbir şeye değişmem, şükür filan ediyorum onlara sahip olduğum için.

Birazdan, mesai başlayınca yeni koşturmacalara girişeceğim, yine sonuçsuz kalacak.

Belki bazıları başarmak için, bazıları tüketmek için, bazıları da çabalamak için geliyordur dünyaya, kim bilir...

Berbere gitmiştim bayramdan önce. Usta saçları kesiyor, yeniyetme bir çırak da yok peeling yapıyor, yok jöleliyor, fönlüyor filan.

- Abicim istemiyom peeling filan, kurut yeter.
- Peki, ama fön çekerim ağbi.
- Yav istemiyom.
- Olmaz abi, çekecem. Bugün bi tane çekebildim sadece.

Çalışan fön makinesinin gürültüsünde, arkada altı-yedi kadar adam varken:
- Çok mu seviyon çekmeyi?
- Evet abi, günde hiç değilse beş-altı kere çekiyom.

Bir garip hissettim kendimi, aynadan bir baktım arkaya doğru. Fön makinesinin sesinden yükselen sesimizi işitmiş olacaklar, garip garip bakıyorlardı bize. Eh, erkek güruhu için "çekmek" ilginç bir fiildir, kulaklar kabarır hemen.

İş bitti, garip saç şeklimle koltuktan kalktım, berber abinin yanına gidip "Sizin adam yine şekil yaptı yav" dedim, güldük. Onun arkasında ayakta dikilen, ceketli, siyah gömleğinin bağrı açık abi eğildi, kokladı. Parfümü çok sevmiş. Mahalle delikanlısı orta yaşlı siyah gömlekli siyah ceketli bağrı açık abiyi garip saçlı bir erkeği koklarken görmek garip geliyor biraz. Parayı verdim, montumu giydim ve çıkarken başka espriler yapıldı.

Eve gittim, saçlarımdaki kimyasalları birkaç kez şampuanlayarak çıkardım.

28 Kasım 2008 Cuma

Hâlâ

Ben hâlâ özlüyorum.

Sarıldığımda sıcağını, öptüğümde tadını özlüyorum.

Daha eskiden, bir kedi vardı, onu özlüyorum. Yanıma sokuluşunu, ama dokunmaya kalkınca hissettiğim dişlerini...

Ve hepsinin yanında, kulağımda sakince mırıldanan bir şarkı... Huzuruma huzur katan bu sesin eli elimi tutarken uykuya dalmayı özlüyorum, boynumdaki sıcak nefesi...

Daha eski... Baktığım, farkedilince kaçtığım gözleri özlüyorum, hiçkimseye söyleyemediğim...

Çocukluğumu özlüyorum bir de. Kim özlemez ki onu zaten...

Ben galiba hiç unutamıyorum.

27 Kasım 2008 Perşembe

Yeter Ulan!


Hm, bugün yeni bir şey öğrendim. "Arkadaşları atlattık, sıra ailede, hadi bakalım" derken, aslında atlatamadığımı öğrendim.

Nasıl bir insanım ben yareppi? Nasıl bir çevrem var böyle?

Acaba bir yerlerde, diğer özelliklerim yüzünden eşcinselliğime katlanan insanlar yerine, eşcinsel olmamla hiç ilgilenmeyip sadece o diğer özelliklerimle ilgilenecek insanlar var mı? Onlarla nasıl arkadaş olabilirim?

Sayıları giderek azalan, artık neredeyse hiç kalmayan arkadaşlarımın eşcinselliğimden haberdar olan kısmı, buna başka sebepler yüzünden katlanan insanlar. Aynı okullarda okuduğumuzdan, ortak geçmişimiz, ilgi alanlarımız yüzünden ve özgürlükçü zihniyet, modernite bunu gerektirdiğinden katlanıyorlar eşcinselliğime.

Yatağa attığı ve atmak üzere projelendirdiği kadınları uzun uzun anlatan bir arkadaşım katlanıyor katlanmasına, benimle görüşmeye devam ediyor; ama sınırı da çiziyor: "Eşcinselliği konuşmak beni geriyor, rahatsız oluyorum, iğreniyorum". Zaman geçiyor, yeri geliyor, söylüyorum o arkadaşa: "Sen rahatsız oluyordun bu konudan...". "Seksten, yani şunu yaptım bunu yaptım diye konuşulmasından" diyor. Aslında ben hiçbir arkadaşımı biriyle sevişirken düşlememiştim; sevdiği pozisyonlar, çıkardığı sesler... Bana ne ki?

Sadece geylerle mi arkadaş olmalıyım yani? Sokaktakiler kadınlarla sevişmemi istiyor. Arkadaşlık sitelerindekilerse kendileriyle...

Niye biraz sohbet edip, müzik dinleyip sonra uyumak üzere ayrı yataklarda yatabileceğimiz birileri yok? Niye bu yaşta herkesin ergenlik döneminde çözdüğü şu sorunlarla uğraşmak zorundayım?

Çok bir şey istemiyorum aslında. Eskiden arkadaşı olduğum kişilerin, eşcinsel olduğumu öğrendiklerinde de arkadaşı kalabilmek istiyorum. Eskiden biriyle nasıl seviştiğimi düşünmeyen kişilerin, yine düşünmemesini, böylece benden iğrenmemesini istiyorum. Onlar bunu beceremiyorlar, ben de artık böyle bir çevreyle uğraşmak istemiyorum.

Lütfen bundan sonra hayatıma girecek insanlar Wikipedia'dan filan biraz çalışmış olarak gelsinler, anlatmaktan yoruldum, kabullenilmeye çalışmaktan sıkıldım.

22 Kasım 2008 Cumartesi

DİKKAT! İBNE ÇIKABİLİR!

Birkaç gün önce deneyimlediğim bir olay yüzünden bunu yazmam gerekti, yanlış anlaşılma risklerini ortadan kaldırmak için.

Bu blog'da eşcinsellik gayet "normal". İki kadının, iki erkeğin, bir kadın iki erkeğin, 8 kadın 6 erkeğin, daha çok kadın ve daha çok erkeğin karmaşık ilişkileri, tüm kombinasyonlarıyla, alt kümeleriyle, türev ve tümlevleriyle kabul edilir, dışlanmaz, aşağılanmaz, garipsenmez; aksine desteklenir; onların aşkları, sevgileri, nefretleri de yazılır, aynı karşıcinsel insanlarınkinin yazılabileceği gibi. Desteklenir derken, bulaştırılmaz, korkmayın efendim; istense de bulaşmaz bu.

Eşcinsel derken de gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transeksüel ve daha başka kimsenin haddi olmadığı hâlde burnunu sokup durduğu türden yönelimler, yönelimsizlikler, şaşkınlıklar, sapıklıklar, pire tozları, kaynana zırıltıları, fırfırlar, kedi merdivenleri, patlayan şekerler kastedildi üst paragrafta.

Blog'un bir "konsept"i olmasa da eşcinsellik ve benzerleri içeriğe konu oldu ve olacak.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Şarkı

Damarımda gezen, derimden sızan, gözümün önünde sis olan, ağzımdan çıkan çığlıktı alkol. Yanıp sönen renkli ışıklar karanlığı kırıyordu. Şarkı içimi kazıyor, kürek kürek dışarı atıyordu. Başımı iyice sallıyordum, sallıyordum, dönüyordu. Sonra birden duruyordum, durup bırakıyordum kendimi. Kendi sallanıyordu artık başım, kendi dönüyordu. Etraftakilere dokunuyordum, çarpıyordum, tutunuyordum; kim oldukları umrumda değildi. Şarkı içimi kazıyor, kürek kürek dışarı atıyordu.

Gülüyormuşum uyurken. Alnımda damla damla ter, hızlı soluklar, gerilen dudakların arasından görünen dişler... Hatırlamıyorum, güzel bir şey görüyordum herhalde. Öyle dediler, gülüyormuşum uyurken.

Gecenin sonunu hatırlamıyorum. Uyandım, öğlen ışığıydı odayı dolduran. Odanın kapısı aralıktı, içeriden başka bir şarkı duyuluyordu. Ayağa kalktım. Başım ağrıyor, hala dönüyordu. Çığlığın eskittiği boğazımdan aşağı midemde, yukarı ağzımdaydı bu kez alkol, başımdaki ağrıydı. Aralık kapıyı açtım, çıktım, şarkıya gittim. Şarkı içimi kazıyor, kürek kürek dışarı atıyordu.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Küfür

Ve bir yazı daha... Az önceki kesmedi. Bunda nefret var hem, daha leziz. Buyrun efendim.

{mektup}
Sevgili arkadaşlarım,

Arkadaşınız değilsem, ya da sizin için değersizsem, lütfen hayatımdan çıkıp gidin. Yok yok, kibarca değil, defola defola gidin.
{/mektup}

Ya işte, sevgili blog, sonunda delirdi bu oğlan. Kudurttular. Kendi sorunlu, etrafındakiler de öyle. Oysa ihtiyacı olan, istemeyince "istemiyorum" diyen insanlardı. Normal yani, sıradan.

{mektubun devamı}
Ulan görüşmek istemiyosan ne diye "özledim len gel görüşelim" diyosun? İstiyosan niye telefonuma cevap vermiyosun? Veremediysen neden sonra aramıyosun, mesajıma yanıt vermiyosun, ya da yalanlar uydurup görüşmemeyi tercih ediyosun?
{/mektubun devamı}

Rahatladım biraz.

Kim Bilir...

Tam da bu durum için yazdığım bir yazı var, dedi. Elini cebine attı, buruşmuş bir kağıt çıkardı. Bir eliyle elimi tuttu, diğeriyle avcumun içine çizgili defterin bir sayfasından yırtılmış kağıt parçasını soktu. Elinin sıcağı elimi sardı. Şaşırdım, beklemiyordum böyle bir şey. Kızıp bağıracağını düşünmüştüm aslında. Kağıdı yavaşça açtım ve okudum. "Hep hatırlarım ben." yazıyordu.

Ne diyeceğimi bilemedim. Az önce ona beni takip etmemesini, artık peşimi bırakmasını söylemiştim. Birlikte gittiğimiz yerleri paylaşalım, aynı yere gitmeyelim hiç, dedim; benim hakkımda yazılar yazmayı da bırak artık, bitti, unut, dedim. Verdiği cevap o kağıttı. Tekrar ettim, "Unut artık" dedim; ama sesim zor çıktı bu kez. Seni yazmıyorum ki, hatıralarımı yazıyorum, dedi. Benden bunu isteme, seni geri istediğim filan yok; ama tamamen aklımdan çıkarmamı, seni unutmamı isteme lütfen, ben unutamam, dedi.

Güçsüz hissettim, kendimi bırakasım geldi, oraya yatasım, ağlayasım geldi. Bir şey diyemedim, o da demedi. Sessiz bekledik biraz. Az önceki kızgınlığımın yerini tarif edemediğim bir duygu aldı, özlediğimi hissettim bir de. Evet, özlüyordum onu. Aslında anlattığı gibi, o üşüme güzeldi gerçekten. Deli kedi bir de, o da güzeldi. Şarkılar, makarna, konserler, gece deniz manzarası, dudağının sıcağı...

Eve döndüm, girdim web sitesine. Yeni bir yazı: "Karanlığı sevmiyorum artık, çok soğuk geliyor."

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

Keşke bitmeseydi, ya da hiç başlamasaydı... Bozduk dostluğu. Şimdi o şarkılar küsse bize, yeridir.

Hem...

Belki bu kez gerçekti, kim bilir...

13 Kasım 2008 Perşembe

Islak Ayakkabılar

Gün artık karanlığa gömüldü. Ya boyun eğdi, ya da anlaştı belki, teslim oldu geceye. Sokakta hâlâ insanlar var, koşturuyorlar oradan oraya. Kediler yine çöpleri karıştırıyor, yiyecek arıyorlar. Arkadan bir tanesi bakıyor onlara, ne düşünür bilinmez. Marketlerde kasiyerler barkod okutunca çıkan sesi milyon kez duymaktan bıkmış, ya da duyarsızlaşmış halde devam ediyor aynı işe, fiş kesmeye, para saymaya. Otobüs şoförleri, otobüstekiler, benzin pompacıları, simitçiler, öğretmenler, bankacılar... Hepsi ya işten dönüyor, ya işe gidiyor, ya da öyle bir şey işte.

Hiç anlamam günle geceyi. Neden birbirlerinin üstüne çıkıp dururlar, çelme takar düşürürler birbirlerini... Eğlenceli bir şey yok ki, doğup batıp ne yaparlar?

Işıklar gibi sesler de doğar, batar. Sabahın sesleri, öğlenin, akşamın, gecenin, 3.21'in, 14.02'nin sesi hep başkadır. Sürekli biri doğar, biri batar. Üstelik ertesi gün doğan aynısı değildir, başka bir 3.21, 14.02 doğar. Duvarlara çarpar, yükselir, yoldan seker, küçük bir çocuğun kulağından girip ağzından çıkar, bir sağırın kulağına çarpar, yere düşer.

Gün doğar, güneş doğar, ay doğar, gece doğar, sesler doğar, sokak lambaları doğar, araba farları, şarkılar, akşam haberleri, savaş sesleri, aşklar, cinayetler her gün doğar ve batar, hepsi. Sözler de öyle. Şimdi doğuyor olsa da bu söylediklerim, birazdan pencereyi kapatırım, batar. Hem çocuğun gözlerine çarpıp ağzından da tekrarlanmaz.

Tüm bunlar olurken, bir şey hiç doğmaz, batmaz. Hiçbiri yokken bunların, o doğmuştur. Bebeden sakallı dedeye, ya da saçları ak bir nineye dönmüştür çoktan. Ama batmaz, hep vardır o. Ne o, biliyor musun? Ben bilmiyorum. Histir diyorum ama, öyle bir şey olmalı. O sesler, ışıklar, sözler, yalanlar, koşturmalar, otobüste körüğe yaslanmış beklerken karşıdakiyle yarım saniyelik bakışma histir aslında.

Hisler ışık olur, ses olur, katılır bize. Onları görürüz, haykırırız, ya da içimizde tutarız. Bitmesin isteriz, bazen de hiç doğmasın. Bitmez de doğmaz da aslında, dedik ya dededir, ninedir diye. Ama ya bize katılır, ya da bizi bırakır.

Gözlerimi kapatsam, kulaklarımı tıkasam yine de hissederim ben. Soğuk olur, üşürüm. Hatırlarım bir de. Biliyor musun, ben bazı şeyleri unutmam. İstesem de unutamam. Bazen üşümek de güzeldir aslında. Güzel bir üşüme hatırlıyorum ben, ıslak ayakkabılarla saatlerce yürüyüp sabaha kadar donduğumuz gecede. Onun kırmızı, benim yeşil ayakkabılarımız... Güzel başlayan yağmur canımıza okumuştu sonra, sokak göl olmuştu. Deli bir kedi vardı, ne güzeldi...

Hisler yine içimde benim. Kapattığım gözümden, tıkadığım kulağımdan giriyor yine ışık, ses. Belki girmiyor da, zaten içeride. Hatıralar ışıklarıyla, sesleriyle, karanlıktaki sıcağıyla aklımda.

İstiyorum, ama unutamıyorum. Tek başıma üşümek, görmek, duymak, gözlerimi kapatmak güzel değil. Hislerdi önemli olan, öyle değil mi?

*********************************************************

Ah, ah... Can sıkıntısı böyle işte. Bulamamak, özlemek, hatırlamak, unutamamak, istemek, boşluk, sokağa girememek... Evet, sokağa girememek, çıkamamak değil. Sokak kapalı, ben dışarıdayım.

Karmaşık, düzensiz hislerle bir yazı bu kadar oluyor.

28 Ekim 2008 Salı

Uyku İlacı Yalanları

Yok genç adam, yalan söyledim. Hiçbir şeyin düzeleceği yok.

Hep sen konuşursun, ben susarım, dinlerim; sen de kızarsın bana, "konuş" dersin ya... Şimdi de ben konuşayım, sen sus ve dinle bakalım.

Az önce gönderdim seni, "Belki bir gün düzeliverir her şey, bilemeyiz ki..." dedim, aldığın uyku ilacı ondan geriye saymaya başladığından dayanamadın ve aceleyle gittin. Ben de uyuyacağımı söyledim, ama yok; mızıkanın sesi uykumu deldi, kesti, parçaladı.

Başım dönüyor, gözlerim kararıyor, sırtım ağrıyor şu lanet bilgisayarın başında saatlerce oturmaktan. Bir haber bekledim, düzelecek diye bir umut bekledim, ama yine yok. Telefonum çaldı bugün, çaldı ama arayan lanetli geçmişimden biri, unutmam gerekenlerden, hiç tanımamış olmayı dilediklerimden. Lanetli saçmalıklara bir yenisi daha eklendi ve aynı geçmişimde yer edindi.

Bir şarkı daha... Evet, bu da bir haberci, hiçbir şey düzelmeyecek diyor puslu sesiyle. Ve bir tane daha, parlak, bezgin sesiyle söylüyor bu kez aynı şeyleri. Gitarın detone olduğu, bagetin trampette sektiği anlarda, kemanın reçinesi az kalmış yayından çıkan şu ses canımı acıtıyor iyice, sanki yeterince acımıyormuş gibi.

Belki de yetinmeyi beceremedik genç adam, kim mutlu ki biz olalım? Belki de her şey bizim kuruntumuz, huysuzluğumuz, doyumsuzluğumuz...

Son bir şarkı daha.

Kötü olan ne biliyor musun? Ben bu şarkıları seviyorum...

24 Ekim 2008 Cuma

Boşluk

Karşımda dikilmiş, öyle gülüyordu. Sinir oldum, içim yanıyordu çünkü. Kapı çaldı, hızla ayağa kalktım oturduğum kenarları ahşap, eskimiş kadife kaplı koltuktan. Gözüm karardı. Kendime geldiğimde sesinden ürktüm, bağırıp duruyordu. Rengi uçmuştu onun da, korktuğu belliydi.

Ev arkadaşlığı başka bir şey. Hastalansan, ölsen kalsan onun haberi olur ilk, yardım eden de odur zor durumlarda. Ben de severim keratayı, ama bazen kavga ederiz, kızdırır beni. Saçma hareketleri de çoktur.

İşte canım yanarken böyle karşıma geçip güldüğü bir anda ona karşı hissettiğim tek şey nefret oluyor. Sorunlu biriyim, sık sık canım yanıyor. Aşık oluyorum, terk ediliyorum, ağlıyorum, anti depresanlara başlıyorum tekrar tekrar.

Dün ne oldu, söyleyeyim mi sizlere?

Film izleyelim, dedi. Yapardık öyle. Cips, kola, çekirdek, bira gibi abur cuburları doldurup getirirdik marketten, sonra da oturma odasındaki çekyata oturur, aramıza abur cuburları koyardık. Ha, unutuyordum az daha, bazen de mısır patlatırdık, ama dün yapmadık. Neyse, filmi koyduk, izlemeye başladık. Tıka basa yedik, içtik. Bira etkisini gösterdi, refleksler zayıfladı. Filmi yarıladık.

- Yiycen mi, dedi.
- Yok.
- Durdursana bi, elimi yıkıycam, şunları da götürelim mutfağa.

Space'e bastım. Taşıdık tabakları, bardak ve şişeleri mutfağa, tezgahın üstüne yığdık. Lavaboya gittik sonra, sırayla ellerimizi yıkadık. Geri döndük odaya, aynı şekilde oturduk, ayakları uzattık sandalyelere. Ama bir fark vardı, aramızda daha az boşluk vardı. Bir şey oldu, anlayamadım pek. O boşluk git gide azaldı. Ben yapmadım ama, oydu başlatan.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Aşk

Alay edilen evsiz ihtiyar. Sokakta birkaç odun yakıp yanına kıvrılır uyur, yanında boş yeşil şarap şişesi...

Sabah kalkar, etrafa bakar usulca yürüyüp. Gürültülü kahkahalarla tekmeler atılır tökezlediğinde. Ses etmez, ama canı yanar. Sabahın ayazı dondurur parmaklarını. Gördüğü bir arabanın camına imzasını atar, ok saplanmış o bilindik kalp. Camda yoğunlaşan bir damla süzülür aşağı doğru, kalbin ortasından, kırığını çizer.

Ama iyiler hep kazanır çizgi filmlerde.

25 Mayıs 2008 Pazar

Yılları Harcamak

Boğaziçi Üniversitesi'nde Legato grubunun sunduğu beş filmin üçünü izledim geçtiğimiz hafta. But I'm a Cheerleader, Lost and Delirious ve Summer Storm'du bu filmler. Oraya ulaşabilmek için iki gün saatlerim yolda geçti, ama buna fazlasıyla değdi.

Okulun manzarası, doğal güzelliği, yeri bir tarafa, o kadar çok etkinliğin aynı anda yapılıyor olması, bunlardan birinin eşcinsel filmlerinin gösterilmesi ve üzerine tartışmalar yapılması olması, dağıtılan el ilanlarını bazıları hemen buruştursa da böyle bir etkinliğin izinli olarak düzenlenebiliyor olması, bazılarının katılması, afişlerin yırtılıp çöpe atılmaması, afiş asanların üstüne güvenlik görevlilerinin ve ahlak masası köpeklerinin salınmaması harika.

İki yıl önce de her yerde "Mehmet Barış'ı Seviyor" afişleri vardı.

Üniversitede harcadığım, son yüz metresine girdiğim beş yılıma hızla göz gezdirdim. O kadar çabuk bitti ki, hiçbir şey yapmadığımı bir kez daha anladım. Bomboş geçirmişim yıllarımı.

Bizim okulda böyle şeylerin gerçekleşmesini hayal bile edemiyorum. Bunu değiştirmek için bir şey de yapmadım ama. Birkaç email grubuna üye oldum, birkaç email attım, ama son yıllarda gelen email'ların yarısı benimkiler, diğer yarısı da benimkilere verilen cevaplardı. Çevreme açılmak için yol bulma çabalarıyla çırpınıyor, bir yandan da hoşuma giden straight arkadaşlarımın gey olmadıklarına kendimi inandıramıyor, bu sancıyla kıvranıyordum.

Çok geçmedi, alıcılarımın ayarlarını bozdum. Koştum, kazma ve kürek aldım birer tane. Karşıdaki garip, karanlık ormanda biraz ilerledim göle doğru ve kazmaya başladım. Bedenimi gömdüm. Artık sade bir ruhtum. Şimdi de pek farklı değilim, sadece biraz madde var içeriğimde.

23 Nisan 2008 Çarşamba

Kapatamadık

Sesleri ne kadar sevsem de sözlerle hep sorun yaşadım. Anlamadığımdan değil, sorunum dinlemek değil. Hiç iyi olmadım konuşmakta, yazmakta. Kekeleyerek, yüz ifadelerimi, sesimin alçalış yükselişlerini sözcüklere hissettiremeden de olsa yazıyordum ara sıra. Ama bir süredir galiba kötü bile değilim bu işte.

Sebebini düşünüyorum. Belki yazmak konuşmanın gerisinden geldiğindendir. Konuşunca anlaşılamadığımı hissedip yazmaktan da soğumuşumdur belki.

Evet, konuştuğum kişiler söylediklerimi anlamıyorlar. Dinlettiğim şarkılarda bile neler hissettiğimi uzun uzun açıklamam gerekiyor bazen. Çok mu garibim, neyim?

Yazamıyorum ya, "Kapattık" tabelasını asmayı düşündüm az önce. Yapamadım. Hisler içimde kanserleşmeye başladığında aramız iyi olmasa da sözlerden şifa ararım belki diye düşündüm. Belki ben ifade edemesem de içimi, birileri anlar kendiliğinden.

Takip ettiğim üç-beş blogdan birkaçının artık ulaşılamıyor olması da canımı yaktı.

Artık biraz anlaşılabilmek dileğiyle...



8 Nisan 2008 Salı

Ufak, Renkli Parıltılar

Gözlerim yanıyor. Kulağımda yine aynı şarkı, tenim soğuk.

Huzurluyum. Neden, biliyor musun? Dünyanın bir yerinde, ben hiç göremeyecek de olsam, güzel şarkılar söyleyen biri var. Alır eline gitarını, çalar, söyler. Arkadaşları yanındadır. Biri geçer davula, bagetleri hafifçe sektirir trampette, yavaşça zillere dokunur. Hep beraber şarkı söylerler. Güzel şarkılar. Hem belki trombon çalan biri vardır yan sokağın başında. Yerde ters duran şapkasıyla, başka güzel şarkılar çalar o da. Belki bir gün karşılaşırlar, onu da çağırıp birlikte çalarlar. O yaşlı adam ya da saçları omuzlarına dökülen ince genç de trombonuyla gezinir gitarın akorları üzerinde, davul vurdukça yanaklarına sakladığı havayı üfleyerek.

Herkez şarkı söylemez. Bazıları dinler. Dinlemek de güzeldir. Belki dinleyen arkadaşları da vardır, bağdaş kurup otururlar. Birinin kucağındaki kedi şarkıların keyfini çıkarır.

Pencereden sızan sesler... Onları duyan genç aşıklar dans ederler. Havanın serinliği onları sarar, nemi dudaklarını ıslatır. Dudakları birbirine değer, gözleri kapanır.

Şarkılar yukarıya da çıkar. Yıldızlara çarpar, üstümüze dökülür. Gözlerini kapatırsan görebilirsin onları. Ufak, renkli parıltılar.

27 Mart 2008 Perşembe

Yine Bir Straight - Gey İlişkileri Çığırması

Tüm şarkılarda aşk var. Tüm filmlerde de. Şarkıları da, filmleri de anlatan kitaplarda yine aşk var.

Bu aşk hep aynı. Ya mutlu son getiren, ya da efsanesi şarkı, film, şiir, roman yapılan bir aşk.

Aynılığı bundan ibaret olsa keşke... Hepsi zaman zaman kaybedilen, bazen tekrar bulunan, bazen bulunamayan ölümsüz kadın ve erkek aşkı örneği.

"İbne derneği var, kadın derneği var, biz de erkek derneği kuralım o zaman".
"Gey muhabbeti değil, gey bel altı muhabbetinden hoşlanmıyorum".

Niye ibne derneği var ki? Tartışmayalım, bu blogda olduğumuza göre düşünmeden sıralarız birkaç sebep en az.

"Gey bel altı muhabbeti"... Üç sözcüğünden biri "kaydım", "vurdum", "siktim" olan kişilerin arasında birini öptüğümüzü bile söyleyemeyiz, birilerinin midesi bulanır hemen.

Anladım ki kabul edilmek, arkadaşlığın sürdürülmesi filan da yetmiyor. "Empati" gerekiyor. Yıllarca başkalarının aşklarını izlemiş, okumuş, dinlemiş kişiler olarak biraz da izlenmek, okunmak, dinlenmek hak ettiğimiz şeyler olmalı. Biz nasıl "straight" aşk filmlerini izlemişsek, ya da zaten izlediğimiz her filmde o tür bir aşk varsa, birilerinin de bizimle başka filmler izlemesi gerekiyor gerçekten eşitliğimizin sağlanması için. Şarkıya da gerek yok, oturup iki dakikada özetlemek bile pof diye söndürecek şişkinliğimizi.

Müstehak. Diğer tarafta da "Üstünden geçmediğim pasif kaldı mı?" diyenler var. Bar tuvaletlerini çekici bulanlar var. Ah, lütfen onları dışlamayalım, "öteki"leştirmeyelim, son zamanların popüler deyimiyle. Onlar aslında bizleriz.

Bazılarına ise ne oradan, ne buradan dost çıkıyor. Ha, kim dost ister bu vakitte, bilmem.

26 Şubat 2008 Salı

Sokak Işığı

Canım sabah çektiğinde artık çok geçti. Sabah satan tüm süpermarketleri geceler satın almıştı; kendilerini ufak renkli paketlere koyup satıyorlardı.

Son süpermarketten çıktım, yürümeye başladım. Kalabalık caddeden sakin bir sokağa girdim. Biraz ilerideki sokak lambasının göz kırpan ışığına sordum nereden biraz sabah bulabileceğimi.

Bulamazsın, dedi. "Artık kalmadı hiç sabah. Geceler fosforları kandırdı, tüm sabahları gömdüler toprakla anlaşıp. Çukurlar yardım etti onlara, suçlarını örttü. Yağmurlar da parmak izlerini sildi. Geriye suçları aydınlatacak bir parça sabah ışığı bırakmadılar hiç."

Lambanın titrek ışığında gidermeye çalıştım özlemimi. Baktım olmuyor, yürümeye başladım sokağın kalanını. Yerlerde çöpler vardı, yırtık gece paketleri. Bu renkli paketler geceleri hapsettiklerini sanıyorlardı oysa. Onlarla bir olup sabahları yok ettiler; sabah denen amansız rakibi gece denen ezelî düşmanla birlikte yok edip sonsuza ulaşacaklarına inandı üzerlerindeki tüm renkler. Fosforlarının yalancı ışığına kanmışlardı. Gecelerin oyununa gelip onları oradan oraya taşımışlar, yaymışlardı. Sahte parlaklıklarının cazibesi ile gecelere hizmet ettiler, onları yine özgürleştirdiler.

Tüm bu karanlıkta geriye titrek ve kırılgan sokak lambaları kalmıştı sabahlardan ışık taşıyan.

04.02.2008

27 Ocak 2008 Pazar

Şarkılı Bir Yazı


Karanlık olsa, gözlerimizi de kapatsak; her vuruşta ayağımız yere değse, sonra yine yükselsek, kafamızı sallasak sağa, sola; bağırsak, çığırsak... Ve, şarkının o yeri geldiğinde bıraksak kendimizi, otursak, yatsak, yere serilsek... Gözlerimizi hiç açmasak ama, sesler söylese bize ne yapacağımızı, nereye basacağımızı... Terli sırtımızı ürpertse o sakin serinlik, hafifçe titresek...

Sonra yine, yine başlasa gitarlar, davul; yine ayağa kalksak, havaya çıksak, her vuruşta ayağımız bir kere yere değse... Yine terler aksa alnımızdan, sırtımızdan; biz yine zıplasak...

Şarkı bitmese hiç...

19 Ocak 2008 Cumartesi

"Why Can't"lı Şeyler

The Cars "Why Can't I Have You?" dedi.
The Cure bir soruyla yanıtladı bu soruyu, "Why Can't I Be You?".

Bu sıralarda şişe içindeki mesaj, "S.O.S" yol alıyordu soğuk, karanlık suların üstünde.

11 Ocak 2008 Cuma

Şeytan Aldatması

Masanın üstü tozluydu. Parmağımı dokundum. Farkında olunmayan, çaresizce bir meraktı dokunmama sebep. Kapıya geleni "Geldin mi?" diye karşılamak gibi bir şey.

Duvara yaslı kanepeye doğru yürüdüm. Otururken banyonun kapısı açıldı, elinde havluyla çıktı. Az önceki halinden biraz daha dinç görünüyordu; yine de ölü gibiydi, gözlerinden uyku akıyordu hala. Gözüm bir an masanın üstündeki boş bira şişelerine kaydı. Diri görünen tek yeri parçalı karın kaslarıydı. Düzgün bir vücudu vardı, kaslı olduğunu biliyordum, ama onu böyle görmemiştim hiç. Üstünde bir tek gri eşofman altı vardı, göbeğinin altında duruyordu ve içinden baksırı çıkıyordu kıçının üstüne doğru.

Elindeki havluyla yüzünü kurularken onu, vücudunun ışık yansıyan tüm yerlerini, kıvrımlarını izlemeye dalmışım. Sorduğu soruya tepki vermediğimden anlamış olmalı, elini sallayarak "Hey" diye seslendi. Utandım, ama çok değil; ona olan zaafımı biliyor zaten.

--------

Müzik yazmak istedim aslında. Bir şarkı tasvir etmeye çalışayım dedim, ne kadar becerebileceğimi merak ediyordum. Gitar başladı, bas, davul ve vokal girdi arkadan. Ama yok, olmadı. Anlatmak istediğim müzik Bumblefoot'un Overloaded'ıydı.

Az önce izlediğim filmdekilerden, gündüz baktığım bir Türk ressamın yaptığı "homoerotik" resimlerden olsa gerek, aklım bunlara gitti işte.

Gidip uyuyayım en iyisi. Belki yazıma girdiği gibi rüyama da girer birileri.

Ah, aklıma geldi... "Şeytan aldatması" demiş Zülfü Livaneli Mutluluk'ta. Saf Gelin'in rüyalara girip genç erkeklere yaşattığı zevkli günah, veya günahlı zevk. Ne güzel bir kitap olmuş be...