16 Ekim 2009 Cuma

Kefil

- Ne kadar iyisin be, bu kadar iyi kalpli birini daha önce görmedim ben. Herkese iyilik yapıyorsun durmadan. Keşke dostun olabilsem senin, senin bana yaptığın iyilikleri ben de sana yapabilsem...
- İyilik karşılık için yapılmaz ki. Öh be, rezalet. Söylediğim lafa bak. Klişe insanı oldum birden.
- Hehe, öyle tabii. Ama yine de isterdim, senin bana ve herkese yaptığın iyilik kadar ben de sana yapabilseydim, başkalarına yapabilseydim... Keşke senin gibi iyi olabilseydim ben de... Ama tüm insanlığın zaafları aynen bende de var.
- Teşekkür ederim, ama çok abarttın.
- Hehe, yok yok, cidden böyle.
- ...
- Kız arkadaşın var mı?
- Yok.
- Niye? Aa, yoksa, erkek arkadaşın mı var?
- Olsaydı sence söyler miydim şimdi?
- İşte bu bahsettiğim. Bir şeylerin farklı diğerlerinden. Söylediğin şu cümle bile farklı işte.
- ...
- Sevgilin yoksa, sana birini bulalım.
- Hehe, yok artık...
- Gerçi, sana karşı insan kendine bile kefil olamazken, başkasına nasıl olur ki?

4 Ağustos 2009 Salı

(15:17:59) " Q ": slm
(15:18:15) origin of symmetry: selam
(15:18:27) " Q ": hatırlayamadım!
(15:18:37) origin of symmetry: ben de
(15:18:53) origin of symmetry: ya, kedi ister misin?
(15:19:01) origin of symmetry: sokakta ufacık bi kedi var. görmüyor.
(15:19:21) " Q ": kedıden once seni tanımaya calşşsam dıye dusunuyorum
(15:19:47) origin of symmetry: siktiret
(15:20:03) " Q ": iyi ettım ozaman

Sonra Msn'nin bize bir sağ tık kadar yakın güzide işlevleri sil & engelle misyonunu bir kez daha çift taraflı olarak, hakkını vererek tamamladı. Muhtemelen bir ev arkadaşı adayı kaçtı böylece. Ama olsundu. En azından onun kaybı daha büyüktü. Büyük bir şeyin hayali idi.

* origin of symmetry = wecarealot

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Işık

Uykuya dalarken gördüm seni.
Gözlerimin önünde, göz kapaklarımın berisindeydin.
Karanlıktaydın.
Sakin soluğunla hafifçe inip kalkan göğsün, dalgın bakan gözlerin, dağınık ipeksi saçın öylece karşımdaydı. Sıcağı ta karşıdan hissedilen tenin çekiyordu kendine.

Karanlık bazen gizlemeye yetmiyor. Hatta bazen ışık yakıyor, aydınlatıyor, gösteriyor ince ayrıntıları. Duyuruyor, koklatıyor, değdiriyor tenine. Bazen yumuşacık, bazen kanatarak.

Göz kapaklarının ardındaki karanlık gizlerken, berisindeki ışıl ışıl yapıyor sanki. Dünyanın tüm sırları görünür oluyor bu ışıkla.

Seni bu karanlıkta, daha koyusuna, uykuya dalacakken gördüm. Hayalim seni aydınlatıyordu, gösteriyordu bana.

Sen hayalimi aydınlatıyordun. Unuttuğum hayallerimi gösteriyor, hatırlatıyordun bana. Karanlığımı kıran, unuttuğum hayallerimden ve eski günlerden kalma loş ışığa kendi gün ışığını katıyordun. Denizlerin parıltısını, dolunayın yuvarlak beyazını, yıldızların göz kırpmasını, eski gecelerin gaz lambasını ve sarı mum alevini katıyordun.

Karanlığımın koyusunda, kuytusunda seni gördüm. Senin beyazını, ışığını, renklerin tümünü bir arada gördüm.

Sabah gözümü aydınlığa açtım. Evvel zamanlardan gelen alışkanlığıyla karanlık yerini güneşe bırakmıştı.

Gün ışığı her şeyi göstermeye yetmiyordu.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Ayakta duramadım, düştüm. Tutan olmadı.

Hiç olmaz zaten. Sonra eller uzanır; hiç kalkamayayım diye. Tam tutunduğumda, tekrar bırakmak için. Tekrar tekrar düşeyim diye.

Düşünce bakamam, göremem. Ciğerimdeki nefes taş keser. Dilimdeki söz susar, kulağımdaki ses coşar.

Yalan.

Bunların hiçbiri olmaz. Taşa çarptığım yerden kan sızar ince. Yanar cayır cayır, sokağın, yolun tozu, toprağı değince. Üflerim, geçmez.

Hatta belki, bunlar da olmaz.

Düştüğümü sanırken, zaten yerde olurum. Dünyaya toprağın altından bakarım. Gördüğüm sadece karanlıktır.

Bu da mı değil? Olmadığının kanıtı ne?

30 Haziran 2009 Salı

Ne Bu Eşcinsellik Ulan?

Eşcinsel olmanın en kötü yanlarından biri, herkese aynı şeyleri tekrar tekrar milyon kez anlatmak zorunda olmak. Yine rahat duramadım, "bi kes birader!" demek yerine tartışmayı göze alarak giriştim yazmaya.

Burada.

24 Haziran 2009 Çarşamba

Ev Arkadaşı Arayan?

Efenim, epey oldu, yazmıştık buraya ev ve ev arkadaşı arayacağımızı.

Şimdi durum biraz değişti. Hazır eve tabiri caizse "lök" diye yerleşme, efendime söyleyeyim, işin kolayına kaçma hevesine kapıldık.

Maslak'a kolay ulaşabileceğimiz bir yerde yaşamak istiyoruz bundan böyle. Elbette evdeki diğer kişilerin eşcinsel dostu olması şart. Eski evimizden kaçışımıza sebep bir şey bu üstelik, öyle böyle değil.

Ne bahtsızız ki, o taraflarda evler pahalı. Öğrenci bütçesiyle yaşamaya devam edeceğimizden, pahalı teklifler direkt elenecektir. "No pic no reply" gibi bir şey.

Kendinden "biz" diye söz eden insan modeli taklidi yaptık bu yazımızda.

22 Mayıs 2009 Cuma

Kemik

Ne zaman gülsem boğulurum.

Suyla değil, havasızlıktan değil. Başka bir şeyden.

İçime dolar. Ciğerlerime dolar, dolar, göğsüm patlayacak gibi olur. Gırtlağıma kadar gelir sonra, ağzıma dolar, genzime dolar, burnumdan akar. Parmak uçlarımdan damlar, tırnağımla etimin arasından.

Kusar gibi olurum, öksürürüm ölür gibi. Çırpınırım, titrerim. Bitmez.

Ölmek değildir bu. O yüzden bitmez.

Gücüm tükenir, düşecek gibi olurum. Gözlerim kararır. Kulaklarım patlayacak gibi, acır.

Başım döner sonra. Her yer döner. Karanlık da olsa döner. Hissederim, etrafta çarpacak şeylerin hepsi duruyordur daha. Çarpsam canım yanar. Derim kesilir, kanım akar. Sıcaksa dağlar, soğuksa dondurur. Çünkü ölmek değildir bu. Çarpsam can yakarım, kanatırım, dağlarım, dondururum.

Öldüğüm zamanlar da olur benim. Gülünce değil, başka zamanlar.

O zaman durur her şey. Yine karanlık; ama dönmez başım. İçime dolduğunu hissetmem bu kez, zaten dolu olurum. Dolmuş, dolmuş, şişmiş, gerilmiş, patlamış, yine dolmuşum, sonsuz kere olmuş bunlar. Sonsuz kere dolmuş içime, damarlarıma dolmuş, patlatmış onları. Kan yok artık. Damar yok, et yok. Hepsi kemik. Kırılmayacak kadar güçlü, çürümeyecek kadar kuru, katı, nefes aldırmayacak kadar yoğun. Görünmeyecek kadar karanlık. Tek parça olurum ölünce.

Ölünce çevremdeki durgun karanlık dalgalanır bazen. Ufacık dalgalar süzülür üzerinde, çarpar hafifçe, daha küçük dalgalara bölünüp geri döner. Oradan oraya gezer etrafa çarparak. Gücü azalır, daha küçülür, hızı azalır, sonunda yine bana çarpar. Katı bedenime yayılır titreşimleri. Karanlık yine durgunlaşır sonra.

Karanlığın içinde, daha yoğun bir karanlık olurum ölünce. Daha katı, daha kemik, kansız, kalpsiz, nefes almayan, görmeyen, görünmeyen. Hissetmeyen.

Bazen etrafımdaki durgun karanlığın küçük dalgaları çarptığında bana, tutarım. Bastırırım kendime. Öksürmeye başlar ciğerlerine dolan beni atmak için. Çırpınır. Daha çok bastırırım. Daha derine, daha yoğuna, katıya, görmeyene, görünmeyene, dışarıdan daha uzağa. Ellerimin arasında, kuru, çatlak avuçlarımın içinde titrediğini hissettikçe daha çok bastırırım.

Durur sonra.

Öksürmez, çırpınmaz, titremez. Nemli sıcağı avcumun çatlaklarından girer içeri. Katılığımın içinde gezinir. Yukarı çıkar yavaşça, kemikleşen gözlerime ulaşır. Sarar onları, sonra önünde toplanır, damlar.

Koca bir karanlıkta, eski günlerin rengi, sesi, tadı, hissi, hatırası, çocukluğu, küskünlüğü, çilesi, eğlencesi, iç burukluğu, iç sıkıntısı, sessizliği, pişmanlığıdır o küçük dalgalar.

Uzun yıllarda, saniyelerdir sadece.

Ölünce hissetmem hiç. Sinirlerim de katılır kemiğime, katılığıma, işlemez olur. Çünkü sebebim yoktur artık. Belki hiç olmamıştır, belki de o küçük dalgalar onların rengine boyanır, ışığını ışıldar.

Oysa gülünce... Henüz kemik değilken, katılık dolar içime. Damarlarımı boşaltıp yerini alır kırmızı kanımın, kurutur hepsini. Bunu hissederim. Etim de durur daha, sinirlerim de. Kessen acırım, yaksan acırım. Çünkü daha kararmamışımdır büsbütün, gözlerim kapalı da olsa görürüm.

İçime dolan, saniyeleri çevreleyen uzun yıllardır.

İşte o zamanlar, vardır, ya da ben öyle sanırım, yanılırım.

Beni boğar.

21 Mayıs 2009 Perşembe

.

Bazen her şey bitsin istiyorum.
Telefon kapansın, Msn "uninstall" olsun, bir daha yüklenmemek üzere.
Zil bozulsun, anahtarını kaybetsin evdekiler, eve kimse giremesin.
Komşu çocukları bağırmasın. Yok olsunlar hatta. Komşu çocuklarının anne babaları, kardeşleri de. Arkadaşları, akrabaları, evcil hayvanları, bi taraflarından uydurdukları görünmez arkadaşları da.
Çöpü karıştırıp duran, bahçeyi istila etmiş, nereden geldiği belirsiz mavi gözlü beyaz kediler de. Bağırmasınlar bir daha sabaha kadar.

Işıkları söndüreyim. Sigortayı kapatayım hatta, çalışamasın hiçbir şey.

Müzik de sussun artık! Sevmiyorum. Nefret ediyorum hatta bu şarkılardan.

Duymayayım hiç ses. Araba gürültüsü de gelmesin, kedi sevişmesi de, çocuk bağırtısı da. İkide bir halı çırpan kadın da artık düşsün mü o koca halıları bam güm çırptığı çatıdan, kocası eve mi kapatsın, bilmiyorum da, yok olsun.

Duymayayım hiçbirini. Görmeyeyim. Bakmayayım bile.

Hatırlamayayım. Çabalamayayım. Heveslenmeyeyim.
Nefesim kesilsin. Kararsın gözlerim. Bitsin.

19 Mayıs 2009 Salı

Kayıp Bloglar

Yıllar sonra memlekete dönmek gibi.

Kimse kalmamış. Bloglar kapanmış, profiller silinmiş. Taşınıp ulaşılamayan eski arkadaşlar gibi. Ya da gizlenen bloglar... Onlar da telefona çıkmayan arkadaşlar gibi.

Önceden dedim, ben herkesi özlüyorum. Geçmişin her bir anını. Hatırlamadıklarımı bile. Özlem de değil tam, merak sanki.

İşte okuduğum blog yazarlarını da merak ediyorum. Okuduğum, okuyan, yorumlar yazdığımız...

Hatta, bir şey demeden kaybolanlardan olduğu için kızsam da, hâlâ takip listesinde olduğum kişi bile ne yapıyor, merak ediyorum.

Neyse. Umarım herkes iyidir, yine bir yerlerde yazıyordur içindekileri.

Ha, unutuyordum az daha. Bu blog öleli çok oldu da, ruhu sıkışıp kaldı. Görevi bitmemişti henüz. Perili ev filmleri gibi. Değil ama benzer.

Bakalım, içe dolan karanlıklar mı taşar bir gün buraya, yoksa kulaklıktan sızan şarkılar mı? Belki de hiçbiri olmaz, kaybolur gider. Veda etmeye gerek yok ne de olsa.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Eşcinsel Belediye Başkanı

Milliyet'te bir Can Dündar yazısı. Tek Yön'de eğlenen Paris Belediye Başkanı Bertrand Belanoe ile yakında yine Topbaş ile el sıkışmaya gelecek olan Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit'tan bahsediyor, onların eşcinsel olmalarından kimlik siyasetine ve "Türkiye'de bir eşcinsel belediye başkanı" konusuna dönüyor.

Yazı "Eşcinsellikleri bir yana, ama bu yönleriyle iyi birer örnek sayılmazlar mı?" diye bitiyor.

Eminim bunu kimse "Eşcinsellikleriyle kötü örnek olsalar da..." diye anlamayacak. Zaten kimsenin aklında yok "eşcinsellik kötüdür" diye bir şey. Zaten en aklı başında görünen yazarlar bile homofobi saçsalar, yine de hiçkimse eşcinselliği yüzünden öldürülmez. Ben de laf ebesiyim zaten.

Bir de merak ettim, Topbaş efendi o gay başkanlarla el sıkışırken neler hissetti acaba? Şehrindeki başka eşcinsellerin, travestilerin filan kendisiyle el sıkışmaya kalksalar hissedecekleri şeyi söyleyeyim: cop, tekme, yumruk...

24 Mart 2009 Salı

Üzüldüğün Şeye Bak

Sürekli mızmızlanıyorum, dertlerimi anlatıp duruyorum etrafımdakilere. Bunun onlar için ne kadar sıkıcı bir şey olduğunun farkındayım. Kazık kadar adam oldum, hâlâ sulugöz ufaklık gibiyim. Blog da bundan nasibini alıyor, iyice arabesk oldu.

Ama... Soruyorlar, söylüyorum. Kötü hissediyorsam "ay çok iyiyim canım, harikayım" diyemiyorum. Sınavım varsa ertesi gün, "naptın çalışabildin mi?" deniyorsa, "yok aq, yine yetişmiyo, kafam almıyo, daha bikaç yüz sayfa var..." derken sözüm kesiliyor, "Yaparsın yaparsın, çalışmışsındır sen" deniyor. Kuduruyorum. Şu yapmacık hâl hatır sorma saçmalığına bir türlü alışamadım. El öpmek kadar gereksiz, zararlı, pis bir şey.

Onlar için benim bir sınavdan düşük almam, dersten çakmam, okuldan atılmam önemli değil pek. Olması da gerekmiyor tabii. Ama sorulduğu zaman anlattığım dertlerimin hafife alınmasına, "tek derdin bu olsun" diye dalga geçilmesine gıcık oluyorum.

Şu lanet okulun çok önemli olmadığını ben de biliyorum. Gerçi hedeflerim için neredeyse bir şart olsa da, atılmak bir son olmayacak. Ama o başarısızlık hissinin benim sonumu hazırlayacağını anlamıyorlar.

Sıkıntıların büyüklüğü değil, sahibine hissettirdikleri önemli. Boyu değil işlevi.

20 Mart 2009 Cuma

Hep Aynı



İlkokuldaki özel günler geldi aklıma bu sabah. Yerli malı haftası, okulun son günü falan filan. Kıyafet serbest olurdu, o mavi şeyi giymezdik o gün. Sıralar tahtaya karşı değil, birbirine karşı olacak şekilde ikişer gruplu olarak düzenlenirdi. Evden gelen pastalar, börekler, kuruyemişler yayılırdı sıraların üstüne. Bir teyp gelir, abuk sabuk şarkılar çalardı. Sonra dans edilirdi. Erkeklerle kızlar tabii, ama kız kıza, erkek erkeğe dans etmek de gayet kolay ve çok da sıradışı olmayan bir şeydi.

İşte o günlerde, heyecanlanırdım hep. O gün okul güzel gelirdi. Herkes güler, eğlenirdi. Okuldan çıkıp eve giderken de bir hüzün çökerdi aslında. O günler kolay elde edilmiyordu çünkü, bekle bekle... Çok zamanda bir kez olurdu işte.

İşte o günlerde, bir şey hissederdim. İçimde kıpırdayıp dururdu. Çırpınır, çıkmaya çalışır, ama canımı acıtmazdı hiç, yırtmazdı derimi.

Yıllar geçti bunların üstünden. Şanslı olanlardanım, uzun yaşayanlardan. Hani şu torun torba sahibi olup yatağa düşmeden, en uygun zamanda çekip gidenlerden. Sonum evimdeydi. Köpüklü, az şekerli sabah kahvemi içerken gözlerini gördüm. İçimdeki şey kıpırdadı, biraz çırpındı. Sonra yavaşladı. Durdu.

Aşk hep aynı. Çocukken de, ölürken de.

---------------------------------------------
Şarkı başka bir yazı içindi aklımda. Yazamadım onu, iki satırla kaldı. Bu kadar anlamsız, boş bir yazıya katık olamayacak, olursa yazık olacak kadar güzel bir şarkı. Ama paylaşasım var.

19 Mart 2009 Perşembe

Ev Arkadaşı Arayacağım


Henüz aramıyorum. Yaza doğru, yazın, ya da sonbahara doğru ev değiştirmem gerekecek, ev arkadaşı da bulmam gerekecek. Mayıs, Haziran gibi, ya da Eylül'e doğru. İstanbul'da, Mecidiyeköy, Maslak, Levent veya buralara kolay erişebileceğim bir yerde kalmak istiyorum, ama işsizliğimin ne zaman sona ereceğini bilmediğimden öğrenci bütçesiyle yetinmek zorundayım.

Söylememe gerek var mı bilemedim, homofobik olmayan ev arkadaşı istiyorum; zira ben eşcinselim. Hani şimdiye kadar anlamadıysanız diye :) Benim için cinsiyet ve cinsel yönelim önemli değil.

Erkenden haber vereyim de, böyle bir planı, ihtimali olan varsa haberleşelim, ayrıntıları konuşuruz.

r1024x768@gmail.com email adresim, blog'dan gördüğünüzü belirtirseniz çok sevinirim.


Çk saol tşkr edrm tnkyu öptm by.

18 Şubat 2009 Çarşamba

We Care A Lot, See You In The Next One

"Ne bu abuk sabuk nick!" diyenlere, We Care A Lot Faith No More'un bir şarkısı. 1985'te çıkmış olmasına rağmen, video biraz 90s görünüyor. Farklı "release"leri var şarkının, video belki gerçekten doksanlarda çekilmiştir.

"Ne bu abuk sabuk adres!" diyenlere, See You In The Next One ise The Verve'ün şarkısı.

15 Şubat 2009 Pazar

Dert Dinlenir

Ben sıkılıyorum. Hem de öyle böyle değil. Anlatın, dinleyeyim, kendiminkileri unutayım. Siz de rahatlayın, ben de.

Email: r1024x768@gmail.com
MSN: r1024x768@hotmail.com

Ya valla bak, ciddi ciddi istiyom bunu. Yok mu hiç okulu uzatan, sevgilisinden ayrılan, arkadaşıyla kavga eden?


Foto: Güzin Abla

Pastel Güneş





Üç-dört yaşındaydım. Büyük şehrin betonları arasına gömülmemiştik henüz. Hatta İstanbul'u duymamıştım bile, hiç de umrumda değildi. Doğduğum, oturduğumuz ilçede küçük evimizin koca bir bahçesi vardı.

Annem ve babam hemen karşıdaki okuldaydı. Arabaya binmeye gerek yoktu işe gitmeleri için, hele benim şimdi yaptığım gibi, iki saatte varmıyorlardı. Belki başkalarının metrosu, metrobüsü yoktu o zaman; ama bu hiç umrumda değildi.

Yandaki koca bahçedeki güzel kokulu domateslerden yiyebilirdim. Büyükbabamın ve babaannemin domatesleri. Bir de büyük ayva ağacı vardı orada.

Üst kattaki ev sahibi teyzenin daha küçükken beni uyutmaya çalıştığını hatırlıyorum. Gözümün önüne geliyor öteden izliyormuşum gibi, oysa o görüntüdeki yüzüne örtü örtülüp sallanan kişi bendim. Ben uyutulurken başka teyzeler de vardı odada, kim oldukları hiç umrumda değildi.

Pastel ve kuru boyaları severdim o zamanlar. Sıcacık sobanın yanındaki minderde oturup bu boyalarla resim yaparken, yıllar sonra siyah kurşun kalemle de güzel resim yapılabileceğini öğrenecek olmam hiç umrumda değildi.

Bob Dylan, Simon and Garfunkel, Pink Floyd ve Boney M benim için sadece salondaki vitrinin üstünden odaya yayılan seslerdi o zamanlar. Bahçedeki kediyi bir an unutmuş, sıcak sütle dolu cam bardağımın kırmızı plastik altlığıyla ilgileniyordum kahvaltı masasında. Piyano, gitar ve mandolinse sulanan domates bahçesinde çıkışan solucanları görmek için koştuğumda aklımdan çıkıyordu tamamen. O bahçenin bir köşesinde dereotu kokusu, o büyük ağaçta ötüp duran guguk kuşları ve iki yanında destek tekerleği olan bisikletim vardı.

Eve girerken kafamı çevirip bakmıyorum şimdiki bahçeme. Belki de artık siyah kurşun kalemle de güzel resim yapılabileceğinden haberdarım, belki Simon and Garfunkel'in plağı benim için önemli, piyano ve gitar duyunca elimdeki siyah kurşun kalemi bile bırakıyorum, sütü hangi bardakla içtiğimin önemi yok, hatta ne zamandır süt bile içmiyorum. Kafamı çevirip bakmıyorum, çünkü değiştiğimi görmekten korkuyorum.

Üç-dört yaşındaydım. O bahçede, bir yaz günüydü. Gözlerimi kıstım, güneş kirpiklerimde süzüldü. Çizgi çizgiydi ışık, ve siyah kalemle değil, pastel ve kuru boyalarla çizilmişti.

Bir yaz günü, o bahçede, o ana döneyim istiyorum. Mavi gökyüzünde pamuk bulutlar, burnumda dereotu kokusu, iki yanında ufak tekerlekleri olan bisikletimin üstünde, kirpiklerimin siyahlarını süzdüğü güneşin pastel çizgilerini seyredeyim. Başka hiçbir şey umrumda olmasın.

12 Şubat 2009 Perşembe

Sevgililer Günü Arifesi Sızlanmaları






Efendim, bildiğiniz gibi cumartesi sevgililer günü. Sevgili sahibi olmak mutluluk kaynağıyken, yalnızlık da aksine can sıkıcı bir şeyken, halihazırda mutlu olanlar için özel bir gün tahsis ediliyor. Hiç adil değil. Üstelik o gün sevgilisi olmayan zavallılar eve kapatıylıyor. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan ekonomik düzen gibi; aynı şeyi duygular üzerinden gerçekliyor. Üstelik ekonomik tarafı da var bunun, azımsanmayacak düzeyde. Şimdi sokağa çıksak, her taraf kırmızı kalp şeklinde ıvır zıvırla, afişle filan doludur, televizyon reklamlarını da tahmin edebiliyorum.

- Sevgili senden, kontor bizden! 14 Şubat'ta sevgilinle doya doya konuş.
- Sevgili senden, yemek bizden! Kim demiş aşk doyurmaz diye? Beleş yemek, yin gari!
- Bir I LOVE YOU yastığı alana ikincisi bizden! İkisini aynı anda idare edenlere...
- Sevgili senden, düdük bizden! (Olmayacak şey değil, Prison Break'te Sucre'nin başına gelmişti hani, belki bazılarının ihtiyacı vardır...)
- Eskisini getir, yenisini götür! (Kampanya budur!)

Varsayılan ilişki hep çapraz ilişki (cross-correlation) ve varsayılan finansal yükümlü de erkek tarafı. Bu reklamlar da erkeklere yönelik. Tabii hatunlar da görecek reklamları, baskı yapacak "aa aşkım bak yüzde yirmi indirim varmııışş" diye. Aynı oyuncakların renkli olması gibi, ilgisini çekecek çocuğun, annesi karşı gelemeyecek.

Aslında ticari kaygının yanında erkekler için belki bir de ödüldür bu indirimler, kampanyalar gerçekten. O kadar abaza genç erkek varken, hatun yapmayı başarmış olanları belki ödüllendirmek istiyordur bu sektör. Kendi de üç beş kazanır zaten, yemek beleşse içki pahalıdır falan filan.

Kimsenin ilişkisiyle, aşkıyla, günüyle, kampanyasıyla bir derdim yok aslında. Ama rahatsız olduğum şey haftanın en "gezme tozma günü"nü onlar yüzünden evde geçirmek zorunda olmam. Bir arkadaşımı arasam, "Ya ben sıkıldım, hadi dışarı çıkalım, kahve bira filan içeriz, ya da sinemaya gidelim" desem, "Olm bugün sevgililer günü, manita sanmasınlar bizi, hiş alo" diyecek. Sahip olduğum arkadaşların da tamamına yakını erkek olduğundan, "hadi dışarı çıkalım, bizi sevgili sansalar da sorun olmaz" diyebileceğim kız arkadaşım da yok. Tek başıma sinemaya gitmeye kalksam bile ciddi bir ayrıma maruz kalacağım, benim bilete verdiğim paraya iki kişi girecekler içeriye, üstüne bir de beleş mısır fişi alacaklar, üzerinde kırmızı kalp olan.

O gün geldiğinde, gördüğüm sevgililerin karşısına geçip başım dik, gözüm pek, "abazaysam günahım ne?" demek istiyorum. Hatta bir abaza timi kurup bunu ekip hâlinde, senkronize bir şekilde gerçekleştirerek işlevselliği, verimi arttırmak istiyorum.

8 Şubat 2009 Pazar

Gay Life

Bazen inanıyorum sapıklık diyenlere. Yukarıdan biri verecek şimşeği, helak olacağız biz günahkâr güruh. Dünyayı huzur kuşatacak.

Aylar sonra da olsa, bir kez daha haklı çıkmanın üzücü gururunu yaşıyorum. Boktan bir gurur bu, insanın içine sıkıntı sokan cinsten.

Küçükken, gay tanışma sitelerinde 30+ abiler hep sadece "seks" arayanlardı. Yıllar bilgelik getiriyor anlaşılan. Bu saçmalığın içinde bir "gerçek" olmadığını, bunun puslu yalanlarla donanmış rezil bir hayat olduğunun farkına varmış, günahın tadına varmaya çalışıyorlardı demek.

Gay dediğin iyi rol yapar. "Seviyorum" der, yersin. Yalan dolan işte.

Gay life denen bu sosyokültürel yapı... Sokayım kültürüne.