31 Aralık 2007 Pazartesi

format c:


İnsan hayatını ne kadar değiştirebilir? Tüm çevresini, yaşadığı yeri, işini, başarılarını, planlarını, her şeyini bırakıp bambaşka olabilir mi? Bir anda?

Cesarete ihtiyacım var. Herkesi değil, bazılarını silmek istiyorum. Bir şekilde hayatıma giren, onun için ayırdığım yeri her gün biraz daha büyüttüğüm kişiler bir anda yok oluyor, aramıyor, sormuyor, merak etmiyor, ulaşılamıyor. Ulaşabilip sorduğumda bir sorunun olmadığını söylüyor. Sonra yine yok oluyor, aramıyor, falan filan.

Sadece benim isteğim, sevgim olarak hayatımda yer kaplayan bu kişiler bazen öyle ağır geliyor ki, çöküp kendi altımda ezilmekten korkuyorum. Yok etmek istiyorum onları. Yoldan geçen eskicileri çağırıp üçer beşer dağıtmak istiyorum. Almadıklarını çöpe fırlatmak istiyorum. Yırtıp yakmak, küllerini denize atmak istiyorum. Anıların, o isteğin ve sevginin ayağına taş bağlayıp denize atmak istiyorum. Koca bir foşurtuyla oluşacak dalgalarda küllerin dağılışını seyredip karada bari artık huzurlu olmak istiyorum. Denize girmesem de olur.

Oysa, Msn listemden sildiğim için bana kızan, ama bir buçuk yıldır bir kez bile aramayan eski birini (sevgili olsaydı hala birlikte olurduk; bu sözcüğü kirletmek istemiyorum), sırf Msn listemden sildiğimde kızdığı için silemiyorum. İnsanların Msn adreslerini bile unutmaktan acizim. Aradığını hiç görmeyeceğim telefon numaralarını birkaç tuşa basarak yok edebilecekken, beceremiyorum.

İnsanlar bir şekilde hayatıma giriyor. Bazılarını ben zorla çekiyorum, bazıları kendi isteğiyle geliyor. Bazılarını uzak tutmaya çalışıyorum ki bağlanmayayım; çünkü korkuyorum o günün gelmesinden, aranmayı beklerken aranmayacağım o ilk gün... Tüm çabama, çırpınmama rağmen giriyor o kişi. Açtığım yer küçüldükçe daha çok kazıyorum, ormanları yakıp koca koca binalar dikiyorum.

Falan filan.

Ben bıktım. Önce ümit verip, her şeyin güzel olduğunu söyleyen, belli eden kişilerin hiçbir şey demeden çekip gitmesinden bıktım. Bahsettiğim aşk filan değil. Belki aşk ihtimali. Olası dostluklar, arkadaşlıklar, sırdaşlıklar... Hepsi aynı bokun laciverti.

Bu yazıyı asıl okuması gerekenler okumayacak, hani silmek istediklerim. Okusalar silmek istemezdim zaten. Neyse, birine anlatmak zorundaydım, sen çıktın karşıma.

Aman beee...

29 Aralık 2007 Cumartesi

Turuncu

Noktaları birleştirerek oynadığımız bir oyun sanıyordum bunu. Kapanmak için çırpınan göz kapaklarımın altında gözüken kıpkırmızı gözlerimle dinlediğim şarkıyı aslında kulaklarımla dinlemem gerektiğini fark ettiğimde çok geçti. Uykusuzluktan şaşırmışım işte. Hay allah, gözlerimin kıpkırmızı olduğunu da nasıl gördüm? Gelen tüm aynalar doluydu, bana yer yoktu hiç bakacak. Hem aylığım yetmiyor, aktarma yapıyorum ben.

Sayfalarını hızla çevirdiğim şu kitapta, kendi sesimi duyuyorum. Bak ya, yine aynı şey. Karmaştı duyularım sanki. Yeni bir sözcük daha öğrendim hem, "karmaşmak". Durakta yılbaşı piyango biletleri satan adamın tişörtünde yazıyordu. Sayfalara çarptıkça geri dönen, saçlarımı geriye savuran sesim, yankısıyla ispat ediyor ördeklerin sesinin de yankısının olduğunu. Yok, ben ördek olduğumdan değil, sesimin yankısı ördeklerin sesinin yaknısını tanıyormuş, ondan.

Aklımdan hangi sayıyı tuttum biliyor musun? Beş. Artık biliyorsun.

Okuduğum masalın bir sonunun olmadığına inanırdım hep. Okudukça uzasın isterdim. Sona gelmek için okuyayım, okudukça uzasın. Saçma değil mi? Sıkar zaten biraz zaman sonra masallar. Hepsinin bir sonu olmalı.

Şu noktalı, noktaların yanında sayılar olan bulmacalar var ya, dediğim ondan işte. Aynaya bakıp birleştirince başka şekil çıkıyor hem. Sahi, tuttuğum sayı kaçtı? Bir de aynaya bakıp söyler misin?

Noktaları birleştirerek oynadığımız bir oyunmuş gerçekten. Durakta mızıka çalan adamın yanındaki çocuğa sordum. Hem sesleri görebiliyorsun burada, bak!

"Akbilinizin şifresini girer misiniz beyefendi?" (Genç bir kadın)

"Ah, hoş geldiniz. Yeni masallarımızdan tatmak ister miydiniz?" (Orta yaşlı bir erkek)

"Beş." (Ben - aklından tuttuğun sayının biraz katı bir erkek)

"Üzgünüm, limit yetersiz diyor beyefendi." (Aynı genç kadın)

"Pardon, yedicücelerimden birini düşürmüşüm, sizinkini ödünç alabilir miyim? Aklımdan bir sayı tutacağım da..." (İç içe geçmiş iki üçgen. Ah, bildin, ikisi de erkek :) )

"Tabi, külkedilerinin gözleri kıpkırmızı olur zaten. Aynaya bakmanıza gerek yok. Siz bir sonraki durakta bekleyeceksiniz. Önce sayınızı tutun. Atınız gelir birazdan. Akbilinizi basarsınız, o ördeğe dönüşür, biner gidersiniz. Tuttuğunuz sayı kadar durak sonra inin, köşedeki simitçiye sorun. Aktarma da yapabilirsiniz elbet. Diğerine binin. Yolunuz biraz uzun, ama olsun. Şuradan masal alın biraz, yolda acıkırsınız. Şarkıyı dinlemeyi unutmayın, ne olur." (Sakallı biri. Yuvarlak çerçeveli gözlükleri var. Mızıka çalıyor.)

"Afedersiniz, saatiniz kaç acaba?" (Başka biri)

"Turuncu."
(Başka biri)

14 Aralık 2007 Cuma

Bulantı


Yazdım, ama sildim. Çünkü midemi bulandırdı yazdıklarım. Google'ı açıp kurt fotoğraflarına baktım, midem biraz daha bulandı. Gecenin 2'sinde yediğim makarna da midemi bulandırıyor zaten. Çalan müzik de kafamı s.kiyor. Hedefi belirsiz küfürler savuruyorum. İyi değilim anlayacağın.

Uyumaya gidiyorum.
İyi geceler.

9 Aralık 2007 Pazar

Kırık


İnançlarımız bazen bizi yönetir.

Küçükken, gece yatağa girdiğimde gözlerim etrafta bir şeyler arardı. Bir gölge mesela. Sonra ona bakar dururdum. O gölgenin bana göründüğü şekillerin haddi hesabı yoktu. Olmasını istediğim şeyleri görürdüm, onun olduğuna inanırdım. Muhtemelen hareket ettiğini, bir canavara, cine, şeytana dönüştüğünü filan görürdüm.

Kendi ağzımdan yazdım bunları; ama aslında belirgin bir şey de yok hatrımda. Sağdan soldan duyduğum, televizyonda izlediğim, ya da kendi uydurduğum bir şeydir herhalde. Her çocuk böyle şeyler yaşamıştır herhalde.

Bugün gün saymaya başladım. Sanki bir süre sonra tutsaklıklarım bitecek, huzurlu, başarılı, mutlu bir insana dönüşeceğim. Buna inanmam için bir sebep yok. Hatta saçmalıyorum belki de. Ama şansımı denemek istiyorum. Belki bu kez tesadüfler torbasından benim adım çıkar.

Batıl inançlardan kaçıp ruhaniyete gömülürken, ümit denen şeyin tadına bakmak istedim. Eğer buna inanırsam çabalayacağım. Olursa olacak. Biraz kadercilik oynayabilirim sanırım.

Şey, aslında yazıyı ilk yazdığım zamanki heyecanımı yitirdim biraz. Kahrolası mantığım tekrar gücünü topluyor sanki.

Yazıdan çıkarmam gereken bir şey vardı, yaptım. Önceden okuyan ve bilhassa yorum yazanlardan özür dilerim. Mumları üflerken tuttuğumuz dileği söylememeliyiz ya hani, onun gibi düşünün bunu da.



29 Kasım 2007 Perşembe

Aynı Şarkı



- Hey, bak! Yine o şarkı! Haydi, kalk, dans edelim. Haydi ama, ben çok eğleniyorum, bak. Noluyor? Niye ağlıyorsun? Sevmiyor muydun bu şarkıyı sen de? Yoksa dans etmek mi istemiyorsun? Yapma ama böyle, ağlama. Ufff, yine başladı şu ses; sabahtan akşama kadar demir doğramak zorunda mı bunlar? Haydi artık, yeter, bırak ağlamayı da dans edelim.


Aslında, tek yaptıkları dans etmekti.
Aslında, çalan hep aynı şarkıydı.


Resim: www.neverlander.org, ayca@neverlander.org

21 Kasım 2007 Çarşamba

ÖNÜM, ARKAM, SAĞIM, SOLUM


Bazen bir saklambaç oyununa dönüyor uyku. Oyunu oynayanlar ise bir küçük çocuk, bir de kötü adam. Kimin kimden kaçtığı, saklandığı belli, değil mi?

Uyanabilmek için telefonumun ajandasına on tane alarm kuruyorum yatmadan önce. Zamanı gelince o alarmlar çalıyor bir bir. Hepsini susturuyorum, ve tekrar uyuyorum. Kötü adamın tuzağı gibi geliyor onlar bana. Tanıdık sesler çıkararak benim saklandığım yerden ortaya çıkmamı sağlayacak, beni sobeleyecek gibi geliyor o kötü adam.

Oyundaki küçük çocuk olduğumu sanırken, kötü adam mıyım ki ben? Gerçeklikten kaçıp, rüyalara sığınarak büyümeyi reddeden?

15 Kasım 2007 Perşembe

(On/)Off Tuşu


Bir yüzük istiyorum. Parmağımda dursun. Parmağımı bir yerde bırakmadıkça o da hep yanımda olsun diye. Parmağımı da bırakmam hani kolay kolay, acır filan.

İşte o yüzük var ya, hahaha, yok yok, ilahi, sana girmesin.

Küçük bir kutu olsun o aslında. Ufacık. İçinde bir hap, toz, ya da eğer dışarı sızmayacaksa bir sıvı olsun. Ve her neyse o, zehirli olsun. Hep yanımda taşıyayım, parmağımda.

Teknolojik bir alet filan yapsak, herhalde kontrol paneline ilk kapatma düğmesini koyarız; öyle değil mi?

İşte ben de kontrol etmek istiyorum hayatımı, kendimi. Bir direksiyonum yok. Yani var da, az dönüyor. Ve ben hızlıyım. Hızla yaşlanıyorum. Bu benim değil, zamanın hızı aslında. Böyle bir hızda bu kadar küçük açılı bir direksiyon pek bir işe yaramaz. Arabalardan filan da biliyorsundur ya, viraja hızlı girersen savrulursun, takla atarsın belki, oralarda bir uçurum varsa, allah esirgesin...

İşte, direksiyon işimi görmüyor pek. Altında kırmızı ışık yanan kocaman kare bir düğme istiyorum ama. "Kontrol öyle olmaz, böyle olur" der gibi, "çat" diye bitirmek, bitirmek değil de, onu yapabilecek olmak istiyorum.


29 Ekim 2007 Pazartesi

Yolculuk


Yine yoldaydım bu hafta sonu.

Yolculuğu seviyorum. Ayrılık ile kavuşmak arasında bir çizgi çiziyor kuşbakışı resimlerde. Ve yol, özlemleriyle en çok baş başa kalabildiği zamanları veriyor insana.

"Çocukluğumu özlüyorum." desem duygusuz bir ifade olur herhalde. Şu an o hissiyat yok zaten içimde. Ama yolda öyle bir an oldu ki, doğduğum ve üç-dört yıl yaşadığım evin bahçesinde buldum kendimi, annemin gençliği gözümün önüne geldi, balkondaydı. Sanki sabun köpüğünden balonlar yapıyorduk ablamla ve komşu kızıyla, ya da öyle bir şeydi, oynuyorduk işte. Kısa sürdü bu. Daha uzun yaşayabilmek isterdim o anı ve daha başka bir çok anı. Tamamen geri dönmek değil belki, ama tekrar tekrar görebilmek, hissedebilmek isterdim küçüklüğümü. Yolda o sırada Keane dinliyordum, o hissi yakalayabilmek için önemliydi bu.

***

Blog'daki ilk yazılar biraz daha idealist ve tepkiseldi. Şu an bundan çok uzak. Cinsiyetçilik karşıtlığı, eşcinsel özgürlüğü gibi konularda hiç bir şey yazamıyorum bu aralar. Mecbur da hissetmiyorum aslında. Bu bir kişisel blog. İçinde benim tepkilerim, ideallerim, hayallerim, kurgularım, ihtiyaçlarım, sevgilerim ve duygularım var. Ya da yazmayı becerebildiğim kadar var.

26 Ekim 2007 Cuma

Sona Doğru


Yaşım yirmiiki. Yetmiş olsaydı "Sona yaklaştım" demek hakkım olurdu belki. En azından bunu söylediğimde saçmaladığımı, boş konuştuğumu düşünmezdi insanlar. Daha çok zamanımın olduğunu, koca bir hayatın beni beklediğini, okuldan sonra asıl hayatın başlayacağını söylüyor herkes. Ben ise bir sona yaklaştığımı hissediyorum.

Amaçsızlıktan bahsetmiştim daha önce. İnsanı üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi yapıyor bu şey. Okulum bitecek, az kaldı. Başkaları bu durumda hemen askerliği aradan çıkarmayı, bir iş bulup sevdiği kızla evlenmeyi, işinde yükselmeyi, daha çok para kazanıp çocuklarını iyi okutmayı filan hayal ediyor.

Ya ben? Bu standartlara uymayacağım için sorulacak "Neden?" sorularına ne yalanlar uyduracağımı düşünüyorum. Bunun yanında bir de iğreniyorum, bıkıyorum, yalan söylemek istemiyorum artık. Amaç edinemiyorum kendime, sona gelince işime yaramayacağını biliyorum çünkü.

Aileme açılmak benim için bu denli sıkıntılı. Yaşamamın tek sebebi ve amacı saydığım aileme yalan söylemek, ondan gizlenmek canımı sıkıyor, acıtıyor artık. Açıldığımda olacak şeyler de huzur getirmeyecek bana. Onların beklentilerinden bambaşka bir yaşam sürmek üzecek beni.

Yaşlılar çocuklarının, torunlarının "murad"larını görmek isterler. Ölmek için engel gördükleri bir şey yoktur artık.

En değer verdiğim kişileri böyle bir huzurdan yoksun bırakacağım için huzursuzum. Bunu onlara ne şekilde uygulayacağıma karar veremiyorum işte. Açılarak mı, gizlenerek mi...

Eskiden gülerek sorulan sorular artık daha ciddi bir ses tonuyla ve yüz ifadesiyle soruluyor, "Oğlum kız arkadaşın var mı?". Ekliyorlar, "Bir dahaki sefere sen de tanıştır artık.".

Elbette yaşadığım hayat sadece bana ait. Kendim mutlu olmadan başkalarını mutlu etmeye çalışmam pek akıl kârı değil. Hele bunu bazıları kendi istediğini yaşayarak, ek çaba sarf etmeden başarabiliyorken, ben ne kadar istesem de yapamayacağım. Hiç adil değil.

Moralim bozuldu. Daha yazmak, kopuklukları gidermek istiyordum; ama sıkıldım. Neyse, bu arayı doldurmakla uğraşmayayım, anlaşılmıştır herhalde biraz.

Bazen hem yanlış, hem yalnız hissediyorum.

24 Ekim 2007 Çarşamba

Sıkıntının Devamı

Uyku tutmadı. Yine çöktüm bilgisayarın başına. Yine akşam dinlediğim parça, yine "loop"ta. Bir kaç blog'a baktım yeni bir şey var mı diye, Homoloji'yi kurcaladım biraz.

Birazdan tekrar uyumayı deneyeceğim, uyurum herhalde artık.

Sabah yine kalkamayacak, derse gidemeyeceğim bir gün daha. Aynı şeyleri yiyip, aynı parçayı defalarca dinledikten sonra yine yatacağım. Sonraki sabah yine kalkamayacağım, derse yine gidemeyeceğim.

Bir umut var ama bu haftasonunu beklemek için. Zaten kendisi güzel olan yolculuğun sonunda sevilen insanlarla, hele aileyle karşılaşılacaksa... Öyle olacak işte, ailemin yanına gideceğim.

O parçayı söyleyeyim mi?

Badly Drawn Boy - Once Around the Block.


Nasıl? Beğendin mi?

20 Ekim 2007 Cumartesi

Kapan, Çikolata, Falan, Filan

"En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir."

Ne hoş. Amaç da karar gibi bir şey olsa gerek.

Amaçsızlığımın gökyüzünde süzülüyorum bir oraya bir buraya. Uyuyorum, uyanamıyorum. Kahvaltı yapmıyor, kahve içiyorum saatler sonra. Sonra da bir yemek yiyorum öğle ile akşam arası. Gece başka şeyler yiyorum. Aralarda durmadan çikolata. Hani bayramdı ya, Ramazan Bayramı'ydı, işte ondan kalan çikolatalar. Bu aptal yazıyı yazarken, az önce Facebook'ta zaman öldürürken bile kaç tane yedim kim bilir...

Okumam gereken kitaplar, çalışmam gereken dersler, yapmam gereken gelecek planları, onları gerçekleştirmek için okumam gereken kitaplar, yazmam gereken şeyler, yapmam gereken şeyler, efendime söyleyeyim, gezmem gereken yerler, görmem gereken kişiler, gitmem gereken doktorlar, izlemem gereken filmler, uydurup uydurup çalmam gereken ezgiler hep bekliyor.

O kadar önemli misyonlarımın olduğunu hiç düşünmemiştim; ama belki kurtarmam gereken insanlar, hayvanlar, ormanlar, hatta bütün bir dünya vardır, ne bileyim...

Kararsızlık, amaçsızlık, belirsizlik... Bunlar içinde oturduğum karanlık odadaki fare kapanları. Ayağa kalkamıyorum.
Boş boş oturuyorum.
Uyuyorum, uyanamıyorum.
Çikolata yiyorum. Hani bayramdı ya, ondan kalan çikolataları işte.


5 Ekim 2007 Cuma

Passion Rules the Game

Şu an dinlediğim şarkı Passion Rules the Game. Scorpions'ın 1988'deki Savage Amusement albümünden.

Az önce bir film izledim. Türkçe adı Veda Vakti, orijinal adı Le Temps Qui Reste olan bir François Ozon filmi. Filmin kahramanı bir eşcinsel, ama film bunun üzerine dönmüyor. Gayet sıradan bir şey gözüyle bakılıyor herkes tarafından bu duruma. Film bana pek bir şey katmadı; ancak çocukluktan başlayan bir aşk vardı filmde ki bu beni büyüledi.

Bu arada, şarkı bitti, bir kaç denemeden sonra şu anki ruh halime en uygun parçayı seçebildim: As Soon As The Good Times Roll. Yine Scorpions, 1984, Love At First Sting.

Çocuklar kiliseye gizlice girip muziplik yaparken ansızın ufak bir öpücük çıktı ortaya. Sebebi bilinemeyen bu olay aşk olsa gerek.

Bazıları çocukluktan başladığı için, çok masumca ve bilinçsizce, çıkar düşünmeden geliştiği için buna "gerçek bir aşk" diyebilir. [Scorpions - Still Loving You çalıyor şimdi de]. Belki sadece "aşk" demeliyiz buna. Sıfatlar onun özünü emiyor, yapraklarını kurutuyor sanki. Bazılarını "gerçek" diye tanımlamakla hakaret etmiyoruz, ama bu kez başkalarını "gerçek" diye tanımlamamakla hakaret etmiş oluyoruz ona.

Hepsi gerçek olmalı. Bir çocuğun sırf hoşuna gittiği için öpmesi gibi bilinçsizce olmalı herşey. Günlük heveslere, üç beş ay süren ilişkilere, tahammülsüzlüklerle, bezginliklerle, çabasızlıklarla yitirdiğimiz, başa çıkamadığımız ilişkilere "aşk" diyerek olayın tüm "ruhaniyet"inin içine ediyoruz.

O çocukların aşkı benim neslimin şu an algıladığından çok daha iyi anladığından eminim. Bir de Scorpions anlıyor bu işten. Aşk şarkısı böyle yapılır...

4 Ekim 2007 Perşembe

Denizin Kolları


Denizin kolları olmaz ki, dedi küçük kız, kendinden emin, yüzünde ufak bir tebessümle. Çocuk olmanın saflığı yaratılışından olma çekingen ve sakin bir ifadeyle birleşip yüzüne yansıyordu.

Olur, dedi yaşlı adam. Ben gördüm, dedi ve başını çevirdi otobüsün camına doğru. Küçük kız da adamın baktığı yöne doğru döndü, rahat görebilmek için biraz öne eğildi, göremedi ve ayağa kalktı koridor tarafındaki koltuğundan. Koridorun diğer tarafındaki kendinden iki yaş küçük kardeşi ve onun yanındaki annesi uyuyordu.

- Gemiyi görüyor musun? Ne kadar büyük değil mi? Aslında o karınca kadar, ufacık. Deniz onun yanında öyle büyük ki...
- Elleri de var mı denizin?
- Var tabi, olmaz mı?
- Nerede peki?
- Her zaman göstermez onları, herkese de göstermez.

Küçük kız inanmış göründü, bir süre daha baktı denize ve yerine oturdu otobüs köprünün sonuna yaklaşırken. Saflığı, sakin ifadesi zekasının üstünü örtemiyordu. Konuşması, söylediği sözler kafasının çalıştığının kanıtıydı.

Yaşlı adam molada küçük yol arkadaşının annesiyle bir kaç dakika sohbet etmişti. Kadıncağız gencecikti, dul kalmıştı. Dört ve altı yaşlarında iki kızı vardı. Kocasını kanserden yitirmiş, parasız kalınca da İstanbul'un yollarına düşmüştü. Orada kardeşi yaşıyordu. Onlar da yoksuldu, beş çocukla iki göz odadalardı. Bir de bunlar gidecek, ne yiyecekler, nasıl geçinecekler ki, mecbur kalınca yaşıyor işte insanlar, diye düşündü yaşlı adam.

- Peki gözleri? dedi küçük kız.
- Efendim? dedi yaşlı adam. Düşünmeye daldığından önce anlamadı kızın söylediğini.
- Gözleri diyorum, gördün mü gözlerini de?
- Haa, gördüm tabii. Koca koca gözleri vardı.
- Hani herkese göstermiyordu ya deniz, sen nasıl gördün peki?
- Denize açılırdım ben eskiden, gençken. Ben balıkçıydım, biliyor musun? Kocaman bir teknem vardı, denize açılır, bazen bir hafta gelmezdim. Yanımda çalışanlar da vardı, onlar da gördü denizin kollarını, ellerini. Gözlerini de gördüler hem.

Otobüsün ters yönüne giden yolda "Köprüden Önce Son Çıkış" yazan tabela geride kalmıştı çoktan. Birazdan "Kuru Gıda Hali" ve "Otogar" yazan bir kaç sıra tabela ile karşılaşacaklardı.

Karşılaştılar mı, bilemiyorum. Herhalde otobüs otogara girmiş, yolcularını bırakmıştır. O küçük kız büyümüş, anne bile olmuştur belki. Bir de küçük kardeşi vardı değil mi, uyuyordu yan tarafta. İki sıra önde, çaprazdaki cam kenarında da gariban biri oturuyordu, hatırlıyor musun? Sahi, balıkçı amca ne yapar ki şimdi, sağ mıdır?

2 Ekim 2007 Salı

Kerevette Yazı Yazmak


Hani bir kaç gün önce yazdığım, ama bu blog'a koysam mı koymasam mı bilemediğim bir yazı vardı ya? İşte o da, dün yazdığım yazı da, bilgisayarımda şifreli dosyalarda sakladığım bir kaç yazı da, hatta eskiden yazıp zaman zaman dellenip silmem sonucu sayfalara gözlerini yuman yazılar da hep aynı sorunla karşılaştı. Sonları beklediği gibi değildi bu yazıların.

Bir yerde oturup bir çay, kahve, bira içerken dalıyorum veya dalıyor o yazının kahramanı. Olaylar gelişiyor. Çay bitiyor, yenisi geliyor. Etrafta başka insanlar dolaşıyor. Falan filan.

Ya sonra? İçeriye biri girmeli. Kapıya takılan süs çıngırağının sesiyle irkilmeliyim veya irkilmeli yazımın kahramanı. Karşımdaki masaya otururken etrafa hızla göz gezdirmeli kimler var diye, bir an bana takılmalı ama bu kısa sürmeli. Bense istemsizce hedefe kilitlenmiş vaziyetteyim zaten. Bir kaç kaçamak ve meraklı bakışından sonra kendime gelmeli ve tekrar dalmalıyım çayıma ve hayallerime. Ama arasıra bende de, onda da o kaçamak bakışlar sürmeli. Bir şekilde tanışmalıyız. Aşık olmalıyız. Hayatımın aşkı olmalı o. Ben de onun hayatının aşkı olmalıyım. Hep kerevete çıkan bizken, bu kez muradımıza ermeliyiz.

Yazamıyorum bunu. Niye acaba? Bir aşk romanından bir sayfa hissi yaratmaya çalışırken, depresif, yalnız, tükenmiş, yorgun, bitkin, bezgin bir kişiyi konu alan bir psikolojik romandan bir sayfa oluveriyor yazdığım şey.

"Yazdıklarım hissettiklerimdir." der bazıları. Bazı şarkıcılar yeni albüm sonrası röportajlarda "Hayatımı anlattım." derler. Geçtim yaşadıklarımızı yazmayı, galiba kurgularımız bile fazlasıyla bizden oluyor aslında.

Sizi bilmem ama, benimkiler öyle.

Bir Jazz-Şarap Gecesi

İşaret ve orta parmağının ucuyla altından tuttuğu kadehi yavaşça masanın üzerine koydu. Şarabın ekşi tadını özlemişti. İçeride çok az ışık vardı. Her masaya ufak bir mum koymuşlardı ve mum ışıkları duvarlarda dans eden gölgeler yaratıyordu. Gözü her ölçü başında vuran davulun şarapta yarattığı dalgalara takıldı.

Küçükken evlerinin yakınındaki göletin kenarına oynamaya giderlerdi. Etrafı tepelerle çevrili olduğu için fazla rüzgar almayan, oldukça sığ bir göletti bu. Nispeten daha yüksek tepelerle çevrili olan karşı kıyıda sazlık vardı ve daha durgundu orası. Kıyı çakıl taşlarıyla kaplıydı. Kenarları iyice yuvarlanmış, gri ve beyaz renkli taşlardı bunlar; düz ve hafif olduğu için çok güzel sekerdi suda.

Taş sektirme yarışı yaparken biraz dik atıp doğrudan dibe gönderince böyle bir dalga yayılırdı, aynı şaraptakine benzeyen. Bir de tek tük büyük taşlar olurdu, hatta kayalar. Onları iki kişi birlikte kaldırıp atarlardı bazen suya, "foşşş" diye bir ses çıkardı; o görüntü ise görülmeye değerdi. Çocuk olmakla da ilgili değildi sanki, "Şimdi olsa en az o kadar eğlenirdim" diye düşündü. Ya da belki geçmişe ait bir duyguydu bu. Kendi zamanında kalmayı becerememiş, başka zamanlara da taşmak isteyen bir zevk parçası.

"Yaşlandık be..." diye düşündü. Belki de geçmişe ait olan o duygu diğerlerinin eksiğini kapatmaya çalışıyordu sadece, şimdiki zamanı yamamak istiyordu. Bu zamana ait duygular yoktu hayatında ve bu gerçekle o an karşılaşmak onu biraz üzdü. Duyguların yerini mecburiyetler, kahkahaların ve eğlenceli bağırışların yerini açık pencereden dışarı kaçan bir sessizlik ve biraz da içeri sızan otoyol gürültüsü almıştı. Hangisinin daha yoğun olduğunu, hangisinin üstten gittiğini merak etti. İstanbul Boğazı'ndaki Karadeniz ve Marmara Denizi'nin suları aklına geldi. Daha tuzlu olan Marmara'ydı, alttan giderdi. Sessizlik de daha yoğun olduğu için alttan giderdi herhalde. Bu saçma düşünceyle kafasını daha fazla yormak istemedi ve unutmaya çalıştı. İstemsiz olarak başını sağa sola salladı bir kez, düşünceyi savurup atmak ister gibiydi, ama o bu harekete bir anlam veremedi.

30 Eylül 2007 Pazar

İkiye Bölünmek


Bu blog'a başladığımda söylemiştim, benim bir blog'um daha var. Ya da benim görünen kısmımın, ya da "görünen ben"in bir blog'u.

Ona yazdığım şeyleri de seviyorum aslında, geçen gün tamamını silip sıfırdan yazmaya başladıysam da... Ama pek okunmuyor. Galiba içimden gelen herşeyi içimden geldiği biçimde yazamıyorum oraya. Belki de "gerçek" olmuyor oradakiler.

İkiye bölünmek kötü. Az önce yazdığım bir yazıyı hangisine koysam, bilemedim. Şimdilik sabit diskimde duruyor. "Ne önemi var, koy birine gitsin, ya da yazma, sil gitsin" denebilir haklı olarak. Ne önemi var cidden? Kötü, basit, saçma sapan, başı sonu belli olmayan bir yazıyı kötü, basit, saçma sapan, belki de ruh yoksunu blog'larımdan hangisine koysam diye düşünüyorum. Başka düşünecek bir şey kalmamış gibi...

İçini dökme isteği galiba şu an hissettiğim ve diğer yazıları yazarken hep hissettiğim. Kendimi anlattıklarım beni anlamıyor. Anlamak isteyenlere ise ben anlatamıyorum kendimi. Karmaşık değil, gayet basit, ama kötü. Bu durum içimi kendime dökmeme sebep oluyor. Ağzımdan çıkan sözler kulaklarıma dökülüyor, oradan da içime akıyor tekrar. Ben ise birazı yer altı sularına karışsın, birazı denizlere dökülsün istiyorum, bir de çağlayanlarla beslensin.

Bu blog'a diğer eşcinselleri hiç anlayamadığımı, onlarla hiç uyuşamadığımı düşündüğüm bir sırada, biraz da kızgın olarak başladım. Yazdığım herşey öyle olmuyor ama. Yazdığım şeylere tek tük tepkiler almak heyecanlandırıyor beni. Daha çok şey anlatmak, hayaller kurmak istiyorum bu blogda. Kızdığım, kırıldığım şeyleri de yazmak istiyorum sevdiklerimin yanında.

Hala karar veremedim o yazıyı ne yapayım... Silmeyeceğim kesin. Diğer blog'a eklesem, sadece bir kaç kişi okuyacak. Bu blog'a eklesem belki hiç kimse okumayacak. Hangisi daha iyi sence? Hissettiğim, kurguladığım bir şeyi gizli bir ben olarak mı yazmalıyım, yoksa eksik bir ben olarak mı?

29 Eylül 2007 Cumartesi

Türkiye'de Eşcinsel Olmak

"Türkiye'de Bir Eşcinsel Olan Ben Olmak" mı yazsaydım acaba? Çünkü empati kuramıyorum, anlayamıyorum diğer eşcinselleri pek. Çözemediğim, kendimi kıyısından bile dahil hissedemediğim bir topluluk...

Elbette sadece görebildiğim kısmını değerlendiriyorum, korkudan başını da yorganının altına sokanları nereden bileyim? Hatta, onları bir parça anlayabiliyorum. Yatağın altında öcüler var çünkü. Hem çocuk hayali filan da değil bu kez, gerçek öcüler bunlar. Eşcinsellerin etine defalarca bıçak saplayabilecek, evini ateşe verip bağırışlarını keyifle dinleyecek öcüler var yatağın altında, yangın sönünce kömür heykelleri tekmeleyip üzerine tükürecek, işeyecek kadar nefret duyanlar... Bazıları da dolabın içine saklanıyor gündüz, gece çıkıyorlar ortaya.

Diğerlerine gelince... Eğitim, kültür, bilgi, gündem takipçiliği, ağzı laf yaparlık, fikir sahipliği filan var fazla fazla da, anlayamadığım ne biliyor musunuz? Korozyona uğramış kişilikler, aşınmış tenler...

Bir kaç internet sitesinde herkes birbiriyle eşleşiyor. Bu büyük miktarda mecburi olan durum kararsızlık, doyumsuzluk, aradığını bilmezlik, sabırsızlık gibi şeylerle "leş" oluyor iyice.

Herkes iyi, zeki, yakışıklı; ama başkaları kötü, aptal, yakışıksız bu sitelerde. Fotoğraflarla eşleşmeye çalışan bir grup, hem de yadsınamayacak kadar büyük, "yadsımayın bizi" diye bağırıp duran bir grup. Bulmak için çaba sarf eden, saatlerini bilgisayar başında birilerinin çükünün, kıçının fotoğraflarını inceleyerek geçiren kişiler iş alçakgönüllülüğe, sadakate, saygıya filan gelince tökezliyor, hatta düşüp kolunu, bacağını kırıyor, yara bere içinde sürünüyor.

Sinir bozucu şeyler yazdım sanki. Bugün dans etmiyorum. Gözümü kapatınca sözcüklerinin uçuşup beni kendine aşık edecek kadar hoş birini oluşturduğu bir kitap da okumuyorum. Hatta dur, müziği de kapatıyorum şimdi, son şarkı bu.

Yalan bir topluluğun yalan bir üyesiyim sanki.

Hani bir çember var ya, onun içinde de değilim, dışında da galiba.

28 Eylül 2007 Cuma

Keşke

Bir kitap olsaydın keşke. Seni okusaydım ben. Sesini duyamazdım, belki bu kadar hoş da olmazdın o zaman. En fiyakalı kapağı giysen de bu kadar yakışıklı görünemezdin herhalde. Ama seni anlayabilirdim. Belki yine tamamen anlayamaz, seni tanıyamazdım iyice. Ama şimdikinden daha çok anlardım, o kesin.

Seni anlayabilmek istiyorum. Bu gizemli halini de seviyorum. Sessizliğini... Sakinsin. Huzur veriyor bu bana. Ama uzaklaştırıyor da seni tanıyamamak, mesafe koyuyor aramıza uzun uzun.

Evet, bir kitap olsaydın güzel olurdu. Okuyabilirdim seni. Hem kendini anlatıp hem gizemini koruyabilirdin üstelik. Özenle seçtiğin o sözcükleri sesin yerine yazınla söylerdin bana. Ben sesinle söylediğini de hayal edebilirdim hem, gerçekten bak...

Bir kitap değilsin; ama keşke olsaydın...

Hatta, sadece "keşke olsaydın"...

26 Eylül 2007 Çarşamba

Bak ne diyeceğim...
Bugün işe gitmeyelim. Masalarımızın üstündeki dosyalar beklesin. İmza için gelen kağıtlar beklesin. Telefonlarımızı da kapatalım.

Vee... Dans edelim. Açalım müziği. Dans edelim. Açalım sesi. Alttaki komşu teyze de dans etsin, o kadar açalım işte sesi... Düzgün, estetik hareketler yapmak için de uğraşmayalım hem. Kasmayalım. Sadece dans edelim. Kuralları umursamayalım.

Yarın gideriz işe. Bugün bizim olsun. Beklesin masadaki dosyalar, imza için gelen kağıtlar. Sekreterler "Ahmet Bey ve Mehmet Beyler toplantıya gelemiyorlar, çünkü hastalanmışlar" desinler telefonda, yalan söylesinler bugüncük.

Biz sadece dans edelim.


25 Eylül 2007 Salı

Biraz Gece Zırvası

Çaresizliğimin tadını çıkarıyorsun, değil mi?

Duymak istediğim senin sesin, susuyorsun. Seni görmek istediğimde ışığı kapatıyorsun. Geleceğe iz kalmasın diye fotoğrafları da yaktın hem. Dokunmayı denemiyorum bile, ne kadar istesem de kaçarsın. Düşünmekten bile çekiniyorum, belki hoşuna gitmez diye.

Öcü gibi bir şeyim senin için, değil mi?

Canımı yakmak sana keyif veriyor mu bilmem; ama ben hiç eğlenmiyorum.

Neyse, hayatımdan sıyrılıyorsun yavaşça. Unutturmaya çalışıyorsun kendini. Çaba sarf ediyorum ben de, unutmak istiyorum. Zor bu, becerebilir miyim bilmiyorum.

**************

Orada olduğunu sanmıyorum aslında; ama varmışsın gibi yapayım hadi. Bu saçma yazıyı artık bitireyim, güzel bir şarkının videosunu ekleyeyim de izle.

Video... Yok mu ki bu sözcüğün Türk dilinde bir karşılığı? "Sesli hareketli görüntü" demek de olmaz ki, hem üç sözcük, hem de tamlama hatalı oldu. "Sesli görüntü" de çıkıyor onun içinden. Vidyo mu desek? Yok yok, eğreti durdu sanki.
...
Hoşça kal.

8 Temmuz 2007 Pazar

Suç ve Bela

Allah hepimizin belasını versin; çünkü hepimiz suçluyuz.


* Fotoğrafı Milliyet gazetesinin galerisinden, "51 yılın en iyi fotoğrafları" gibi bir bölümden aldım.

25 Haziran 2007 Pazartesi

Bazen de Güzel

Hep kızgın, kırgın, saldırgan ve karamsar değilim elbet. Güzel şeyler de oluyor bazen.

Örneğin, seçimler yaklaşıyor. Biri milletvekili adayı oluyor. "Eşcinsellerin, travestilerin, yahudilerin... haklarını gözeteceğim" gibi şeyler söylüyor. Bunu yaparken, "Mesela feministler 'Bizi travestilerle aynı kefeye mi koyuyorsun?' derlerse yanlış yapmış olurlar, ezilen birinin başka, hatta daha da ezilen bir topluluğu dışlaması doğru değildir." gibi şeyler de söylüyor. "Eşcinseliz, eziliyoruz." deyip insanların mesela diniyle, şekliyle filan uğraşanlara örnek olur umarım.

Ben siyasetten anlamam, o adamı tanımam, bilmem. Cahilim. İnternette yazılarına göz attım biraz. Samimi mi, değil mi hiç bilmem. İşin iyi yanı, herkesin varlığından adı gibi emin olup yokmuş gibi yaptığı eşcinsellerin (glbt, ebtt, ... tüm farklı cinsel yönelimleri kastediyorum) biraz daha görünür hale gelmesi. Zira Kürtler, Ermeniler, kadınlar ve diğer "azınlık" olarak tanımlanan gruplar -bir sonuç elde edilemese de- temsil ediliyor bir şekilde, en azından.

Başka? Onur haftası geldi işte. "İstanbul'da gökkuşağı doğuyor". Kana bulanmaması, hep renkli kalması ümidiyle, buyrun, buradan.

Daha mı? Bazen "açılınan" arkadaşlar iyi, "normal" davranabiliyor.

İyi olarak tanınıp eşcinselliği açıklamak, eşcinsel olarak tanınıp iyiliği ispatlamaktan çok daha kolay; homofobiyi bile yere serebiliyor bazen.

Güzel bir şarkı ile bitirelim hadi. (Vokaliste dikkat!)



Güzel günler dilerim.

21 Haziran 2007 Perşembe

Ben

Ben dinsizim.

Ben müslümanım.

Ben Ermeniyim.

Ben Türküm.

Ben eşcinselim.

Ben Kürtüm.

Ben popçuyum.

Ben kadınım.

Ben gencim.

Ben yaşlıyım.

Ben çocuğum.

Ben erkeğim.

Ben rapçiyim.

Ben anneyim.

Ben yahudiyim.

Ben fakirim.

Ben komünistim.

Ben babayım.

Ben sağcıyım.

Ben rockçıyım.

Ben milliyetçiyim.

Ben solcuyum.

Ben şöyleyim.

Ben böyleyim.


Sen ne değilsen, ben oyum.

Çünkü sen olmadıklarını sevmiyorsun.



AÇILINMAK





İlkokulda vardı, ortaokulda vardı hep "top" denen biri. Lisede, eğer o top gerçekten top ise, artan asiliğiyle, gelişen hızlı cevap üretme mekanizması ve biraz daha belirginleşen görünür olma isteğiyle buna "sensin o" diye cevap vermekten uzaklaştı.

Üniversiteye geldi o top. Toplumun içindeki en özgür kültüre; herkesin ilk zamanlarda ne yapacağını şaşırdığı, "daha nasıl saçmalayabilirim" diye keşfin, yaratıcılığın sınırlarını zorladığı o özgürlük ortamına.

"Normal" görünerek arkadaşlar edindi. Kızlarla tanıştı, arkadaş oldu, hatta onlara yazdı bol bol. Sevgililer edindi kendine o kızların içinden.

Her hafta en az bir yalan söyledi; cumartesi gecelerini geçirdiği yer için. Bilmiyordu arkadaşları onun sevişecek birini aradığını o karanlık, havasız, gürültülü, buharlaşmış ter ve alkol solunan kapalı yerlerde. Belki de aradığı başka birşeydi, önemli değil ne olduğu.

Bir gün canına tak etti. Bir arkadaşına söyleyiverdi o iki sözcüğü, "Ben eşcinselim". Yakın arkadaşı, kankası, "birlikte iki yıldır kızları peşinde sürüdüğü" kişi haliyle afalladı.

"Yok len, yeme beni".
"Siktir".
"Saçmalama lan sen erkeksin".
"Eee, Damla?".
"Olm o kadar karı siktin, nerden çıktı şimdi bu?".

Açılınmıştı arkadaşı artık. Her zaman bir topun yanında görülüp, "Ahaha, topa bak, yanındaki de top mu ki len? Yok yav, o bayağı erkek görünüyor" benzeri muhabbetlere maruz kalan yandaki kişi olmuştu. Uçtayken birden ortada buldu kendini. Uçta olmak güzeldi tabi, kimse dokunmaz, o dokunurdu hep. Top olmak iğrenç birşeydi, midesini bulandırırdı. Uçtakiler hep böyle yapardı. Ortada olmak ise, artık küfretmemeyi, midesinin bulanmamasını gerektiriyordu. Birkaç kez arka arkaya telefonu çalan bir topun arkasından "İşler yoğun herhalde, ahaha" diye anırmamayı gerektiriyordu artık. O arkadaşıydı. Karı kız peşinde koştuğu arkadaşıydı. Top da olsa midesinin bulanmaması gerekirdi onun yüzünden. Arkadaş.

Ne yapacağını şaşırdı. "Şimdi bana sarkar mı ki?" diye düşünmeye başladı, hep birlikte sikiş için karı peşinde koştuğu arkadaşı hakkında. Öyle ki, kolunu onun omzuna atmak bile seks kokuyordu artık, sanki hemen devirecek, oracıkta kayıverecekti arkadaşı, ya da çükünü kavrayacak, sakso çekecekti belki. Bunların hepsi zihninde hızlıca geziyordu onu her gördüğünde, her elini sıkışında.


Bir de diğer uçta olmak vardı. O arkadaş olmak. Top olmak. Rol yapmak. Kendin olamamak. Haftada en az bir kez yalan söylemek. Diğer uçta olup, bu uçtaymış gibi yapmak. Bir gün karşı uca geçip arkadaşını da ortaya çekmek. Bazen de çekememek, karşıda tek başına kalmak.

19 Haziran 2007 Salı

Giz vs Aç

Aklıma eseni, sözcükleri "ahlak"ın oluşturduğu bir listeden seçmeden yazıyorum. İçerik ve kullandığım dilin seni rahatsız edeceğini düşünüyorsan git buradan.

Ayrıca eşcinsellik burada garip değil.










Resmi şuradan aldım: http://www.fiberdimensions.com/allegra/allegra3.htm

GİZLENMEK


Benim bir "blog"um daha var.
Aslında, benden bir tane daha var. O blog da onun.

Süpermen olmak bile gizlenmesi gereken birşeymiş ki adamcağız hep o ezik tiple dolaşmak zorunda kalırdı.

Sebebiyse; kendimizden farklı olana alışamıyoruz. Hep biz iyiyiz, hep biz doğruyuz. Hep biz.

AÇILMAK

Dün çüküme "muccuk" hareketi yapan kişinin bugün elimi sıkmamasını anlayamıyorum.

Evet, aslında elimden boşalıyorum ben.

DAĞITMAK

Bir ibne olduğum ve bunu herkese söyleyemediğim için kafayı kırdım, evet. Bunu tespit edebildiğin için de seni tebrik eder, büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öperim. Oha, yok artık!!! Sadece yaşıtlarım ilgimi çekiyor, içini ferah tut sen.

Evet.