29 Ekim 2007 Pazartesi

Yolculuk


Yine yoldaydım bu hafta sonu.

Yolculuğu seviyorum. Ayrılık ile kavuşmak arasında bir çizgi çiziyor kuşbakışı resimlerde. Ve yol, özlemleriyle en çok baş başa kalabildiği zamanları veriyor insana.

"Çocukluğumu özlüyorum." desem duygusuz bir ifade olur herhalde. Şu an o hissiyat yok zaten içimde. Ama yolda öyle bir an oldu ki, doğduğum ve üç-dört yıl yaşadığım evin bahçesinde buldum kendimi, annemin gençliği gözümün önüne geldi, balkondaydı. Sanki sabun köpüğünden balonlar yapıyorduk ablamla ve komşu kızıyla, ya da öyle bir şeydi, oynuyorduk işte. Kısa sürdü bu. Daha uzun yaşayabilmek isterdim o anı ve daha başka bir çok anı. Tamamen geri dönmek değil belki, ama tekrar tekrar görebilmek, hissedebilmek isterdim küçüklüğümü. Yolda o sırada Keane dinliyordum, o hissi yakalayabilmek için önemliydi bu.

***

Blog'daki ilk yazılar biraz daha idealist ve tepkiseldi. Şu an bundan çok uzak. Cinsiyetçilik karşıtlığı, eşcinsel özgürlüğü gibi konularda hiç bir şey yazamıyorum bu aralar. Mecbur da hissetmiyorum aslında. Bu bir kişisel blog. İçinde benim tepkilerim, ideallerim, hayallerim, kurgularım, ihtiyaçlarım, sevgilerim ve duygularım var. Ya da yazmayı becerebildiğim kadar var.

26 Ekim 2007 Cuma

Sona Doğru


Yaşım yirmiiki. Yetmiş olsaydı "Sona yaklaştım" demek hakkım olurdu belki. En azından bunu söylediğimde saçmaladığımı, boş konuştuğumu düşünmezdi insanlar. Daha çok zamanımın olduğunu, koca bir hayatın beni beklediğini, okuldan sonra asıl hayatın başlayacağını söylüyor herkes. Ben ise bir sona yaklaştığımı hissediyorum.

Amaçsızlıktan bahsetmiştim daha önce. İnsanı üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi yapıyor bu şey. Okulum bitecek, az kaldı. Başkaları bu durumda hemen askerliği aradan çıkarmayı, bir iş bulup sevdiği kızla evlenmeyi, işinde yükselmeyi, daha çok para kazanıp çocuklarını iyi okutmayı filan hayal ediyor.

Ya ben? Bu standartlara uymayacağım için sorulacak "Neden?" sorularına ne yalanlar uyduracağımı düşünüyorum. Bunun yanında bir de iğreniyorum, bıkıyorum, yalan söylemek istemiyorum artık. Amaç edinemiyorum kendime, sona gelince işime yaramayacağını biliyorum çünkü.

Aileme açılmak benim için bu denli sıkıntılı. Yaşamamın tek sebebi ve amacı saydığım aileme yalan söylemek, ondan gizlenmek canımı sıkıyor, acıtıyor artık. Açıldığımda olacak şeyler de huzur getirmeyecek bana. Onların beklentilerinden bambaşka bir yaşam sürmek üzecek beni.

Yaşlılar çocuklarının, torunlarının "murad"larını görmek isterler. Ölmek için engel gördükleri bir şey yoktur artık.

En değer verdiğim kişileri böyle bir huzurdan yoksun bırakacağım için huzursuzum. Bunu onlara ne şekilde uygulayacağıma karar veremiyorum işte. Açılarak mı, gizlenerek mi...

Eskiden gülerek sorulan sorular artık daha ciddi bir ses tonuyla ve yüz ifadesiyle soruluyor, "Oğlum kız arkadaşın var mı?". Ekliyorlar, "Bir dahaki sefere sen de tanıştır artık.".

Elbette yaşadığım hayat sadece bana ait. Kendim mutlu olmadan başkalarını mutlu etmeye çalışmam pek akıl kârı değil. Hele bunu bazıları kendi istediğini yaşayarak, ek çaba sarf etmeden başarabiliyorken, ben ne kadar istesem de yapamayacağım. Hiç adil değil.

Moralim bozuldu. Daha yazmak, kopuklukları gidermek istiyordum; ama sıkıldım. Neyse, bu arayı doldurmakla uğraşmayayım, anlaşılmıştır herhalde biraz.

Bazen hem yanlış, hem yalnız hissediyorum.

24 Ekim 2007 Çarşamba

Sıkıntının Devamı

Uyku tutmadı. Yine çöktüm bilgisayarın başına. Yine akşam dinlediğim parça, yine "loop"ta. Bir kaç blog'a baktım yeni bir şey var mı diye, Homoloji'yi kurcaladım biraz.

Birazdan tekrar uyumayı deneyeceğim, uyurum herhalde artık.

Sabah yine kalkamayacak, derse gidemeyeceğim bir gün daha. Aynı şeyleri yiyip, aynı parçayı defalarca dinledikten sonra yine yatacağım. Sonraki sabah yine kalkamayacağım, derse yine gidemeyeceğim.

Bir umut var ama bu haftasonunu beklemek için. Zaten kendisi güzel olan yolculuğun sonunda sevilen insanlarla, hele aileyle karşılaşılacaksa... Öyle olacak işte, ailemin yanına gideceğim.

O parçayı söyleyeyim mi?

Badly Drawn Boy - Once Around the Block.


Nasıl? Beğendin mi?

20 Ekim 2007 Cumartesi

Kapan, Çikolata, Falan, Filan

"En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir."

Ne hoş. Amaç da karar gibi bir şey olsa gerek.

Amaçsızlığımın gökyüzünde süzülüyorum bir oraya bir buraya. Uyuyorum, uyanamıyorum. Kahvaltı yapmıyor, kahve içiyorum saatler sonra. Sonra da bir yemek yiyorum öğle ile akşam arası. Gece başka şeyler yiyorum. Aralarda durmadan çikolata. Hani bayramdı ya, Ramazan Bayramı'ydı, işte ondan kalan çikolatalar. Bu aptal yazıyı yazarken, az önce Facebook'ta zaman öldürürken bile kaç tane yedim kim bilir...

Okumam gereken kitaplar, çalışmam gereken dersler, yapmam gereken gelecek planları, onları gerçekleştirmek için okumam gereken kitaplar, yazmam gereken şeyler, yapmam gereken şeyler, efendime söyleyeyim, gezmem gereken yerler, görmem gereken kişiler, gitmem gereken doktorlar, izlemem gereken filmler, uydurup uydurup çalmam gereken ezgiler hep bekliyor.

O kadar önemli misyonlarımın olduğunu hiç düşünmemiştim; ama belki kurtarmam gereken insanlar, hayvanlar, ormanlar, hatta bütün bir dünya vardır, ne bileyim...

Kararsızlık, amaçsızlık, belirsizlik... Bunlar içinde oturduğum karanlık odadaki fare kapanları. Ayağa kalkamıyorum.
Boş boş oturuyorum.
Uyuyorum, uyanamıyorum.
Çikolata yiyorum. Hani bayramdı ya, ondan kalan çikolataları işte.


5 Ekim 2007 Cuma

Passion Rules the Game

Şu an dinlediğim şarkı Passion Rules the Game. Scorpions'ın 1988'deki Savage Amusement albümünden.

Az önce bir film izledim. Türkçe adı Veda Vakti, orijinal adı Le Temps Qui Reste olan bir François Ozon filmi. Filmin kahramanı bir eşcinsel, ama film bunun üzerine dönmüyor. Gayet sıradan bir şey gözüyle bakılıyor herkes tarafından bu duruma. Film bana pek bir şey katmadı; ancak çocukluktan başlayan bir aşk vardı filmde ki bu beni büyüledi.

Bu arada, şarkı bitti, bir kaç denemeden sonra şu anki ruh halime en uygun parçayı seçebildim: As Soon As The Good Times Roll. Yine Scorpions, 1984, Love At First Sting.

Çocuklar kiliseye gizlice girip muziplik yaparken ansızın ufak bir öpücük çıktı ortaya. Sebebi bilinemeyen bu olay aşk olsa gerek.

Bazıları çocukluktan başladığı için, çok masumca ve bilinçsizce, çıkar düşünmeden geliştiği için buna "gerçek bir aşk" diyebilir. [Scorpions - Still Loving You çalıyor şimdi de]. Belki sadece "aşk" demeliyiz buna. Sıfatlar onun özünü emiyor, yapraklarını kurutuyor sanki. Bazılarını "gerçek" diye tanımlamakla hakaret etmiyoruz, ama bu kez başkalarını "gerçek" diye tanımlamamakla hakaret etmiş oluyoruz ona.

Hepsi gerçek olmalı. Bir çocuğun sırf hoşuna gittiği için öpmesi gibi bilinçsizce olmalı herşey. Günlük heveslere, üç beş ay süren ilişkilere, tahammülsüzlüklerle, bezginliklerle, çabasızlıklarla yitirdiğimiz, başa çıkamadığımız ilişkilere "aşk" diyerek olayın tüm "ruhaniyet"inin içine ediyoruz.

O çocukların aşkı benim neslimin şu an algıladığından çok daha iyi anladığından eminim. Bir de Scorpions anlıyor bu işten. Aşk şarkısı böyle yapılır...

4 Ekim 2007 Perşembe

Denizin Kolları


Denizin kolları olmaz ki, dedi küçük kız, kendinden emin, yüzünde ufak bir tebessümle. Çocuk olmanın saflığı yaratılışından olma çekingen ve sakin bir ifadeyle birleşip yüzüne yansıyordu.

Olur, dedi yaşlı adam. Ben gördüm, dedi ve başını çevirdi otobüsün camına doğru. Küçük kız da adamın baktığı yöne doğru döndü, rahat görebilmek için biraz öne eğildi, göremedi ve ayağa kalktı koridor tarafındaki koltuğundan. Koridorun diğer tarafındaki kendinden iki yaş küçük kardeşi ve onun yanındaki annesi uyuyordu.

- Gemiyi görüyor musun? Ne kadar büyük değil mi? Aslında o karınca kadar, ufacık. Deniz onun yanında öyle büyük ki...
- Elleri de var mı denizin?
- Var tabi, olmaz mı?
- Nerede peki?
- Her zaman göstermez onları, herkese de göstermez.

Küçük kız inanmış göründü, bir süre daha baktı denize ve yerine oturdu otobüs köprünün sonuna yaklaşırken. Saflığı, sakin ifadesi zekasının üstünü örtemiyordu. Konuşması, söylediği sözler kafasının çalıştığının kanıtıydı.

Yaşlı adam molada küçük yol arkadaşının annesiyle bir kaç dakika sohbet etmişti. Kadıncağız gencecikti, dul kalmıştı. Dört ve altı yaşlarında iki kızı vardı. Kocasını kanserden yitirmiş, parasız kalınca da İstanbul'un yollarına düşmüştü. Orada kardeşi yaşıyordu. Onlar da yoksuldu, beş çocukla iki göz odadalardı. Bir de bunlar gidecek, ne yiyecekler, nasıl geçinecekler ki, mecbur kalınca yaşıyor işte insanlar, diye düşündü yaşlı adam.

- Peki gözleri? dedi küçük kız.
- Efendim? dedi yaşlı adam. Düşünmeye daldığından önce anlamadı kızın söylediğini.
- Gözleri diyorum, gördün mü gözlerini de?
- Haa, gördüm tabii. Koca koca gözleri vardı.
- Hani herkese göstermiyordu ya deniz, sen nasıl gördün peki?
- Denize açılırdım ben eskiden, gençken. Ben balıkçıydım, biliyor musun? Kocaman bir teknem vardı, denize açılır, bazen bir hafta gelmezdim. Yanımda çalışanlar da vardı, onlar da gördü denizin kollarını, ellerini. Gözlerini de gördüler hem.

Otobüsün ters yönüne giden yolda "Köprüden Önce Son Çıkış" yazan tabela geride kalmıştı çoktan. Birazdan "Kuru Gıda Hali" ve "Otogar" yazan bir kaç sıra tabela ile karşılaşacaklardı.

Karşılaştılar mı, bilemiyorum. Herhalde otobüs otogara girmiş, yolcularını bırakmıştır. O küçük kız büyümüş, anne bile olmuştur belki. Bir de küçük kardeşi vardı değil mi, uyuyordu yan tarafta. İki sıra önde, çaprazdaki cam kenarında da gariban biri oturuyordu, hatırlıyor musun? Sahi, balıkçı amca ne yapar ki şimdi, sağ mıdır?

2 Ekim 2007 Salı

Kerevette Yazı Yazmak


Hani bir kaç gün önce yazdığım, ama bu blog'a koysam mı koymasam mı bilemediğim bir yazı vardı ya? İşte o da, dün yazdığım yazı da, bilgisayarımda şifreli dosyalarda sakladığım bir kaç yazı da, hatta eskiden yazıp zaman zaman dellenip silmem sonucu sayfalara gözlerini yuman yazılar da hep aynı sorunla karşılaştı. Sonları beklediği gibi değildi bu yazıların.

Bir yerde oturup bir çay, kahve, bira içerken dalıyorum veya dalıyor o yazının kahramanı. Olaylar gelişiyor. Çay bitiyor, yenisi geliyor. Etrafta başka insanlar dolaşıyor. Falan filan.

Ya sonra? İçeriye biri girmeli. Kapıya takılan süs çıngırağının sesiyle irkilmeliyim veya irkilmeli yazımın kahramanı. Karşımdaki masaya otururken etrafa hızla göz gezdirmeli kimler var diye, bir an bana takılmalı ama bu kısa sürmeli. Bense istemsizce hedefe kilitlenmiş vaziyetteyim zaten. Bir kaç kaçamak ve meraklı bakışından sonra kendime gelmeli ve tekrar dalmalıyım çayıma ve hayallerime. Ama arasıra bende de, onda da o kaçamak bakışlar sürmeli. Bir şekilde tanışmalıyız. Aşık olmalıyız. Hayatımın aşkı olmalı o. Ben de onun hayatının aşkı olmalıyım. Hep kerevete çıkan bizken, bu kez muradımıza ermeliyiz.

Yazamıyorum bunu. Niye acaba? Bir aşk romanından bir sayfa hissi yaratmaya çalışırken, depresif, yalnız, tükenmiş, yorgun, bitkin, bezgin bir kişiyi konu alan bir psikolojik romandan bir sayfa oluveriyor yazdığım şey.

"Yazdıklarım hissettiklerimdir." der bazıları. Bazı şarkıcılar yeni albüm sonrası röportajlarda "Hayatımı anlattım." derler. Geçtim yaşadıklarımızı yazmayı, galiba kurgularımız bile fazlasıyla bizden oluyor aslında.

Sizi bilmem ama, benimkiler öyle.

Bir Jazz-Şarap Gecesi

İşaret ve orta parmağının ucuyla altından tuttuğu kadehi yavaşça masanın üzerine koydu. Şarabın ekşi tadını özlemişti. İçeride çok az ışık vardı. Her masaya ufak bir mum koymuşlardı ve mum ışıkları duvarlarda dans eden gölgeler yaratıyordu. Gözü her ölçü başında vuran davulun şarapta yarattığı dalgalara takıldı.

Küçükken evlerinin yakınındaki göletin kenarına oynamaya giderlerdi. Etrafı tepelerle çevrili olduğu için fazla rüzgar almayan, oldukça sığ bir göletti bu. Nispeten daha yüksek tepelerle çevrili olan karşı kıyıda sazlık vardı ve daha durgundu orası. Kıyı çakıl taşlarıyla kaplıydı. Kenarları iyice yuvarlanmış, gri ve beyaz renkli taşlardı bunlar; düz ve hafif olduğu için çok güzel sekerdi suda.

Taş sektirme yarışı yaparken biraz dik atıp doğrudan dibe gönderince böyle bir dalga yayılırdı, aynı şaraptakine benzeyen. Bir de tek tük büyük taşlar olurdu, hatta kayalar. Onları iki kişi birlikte kaldırıp atarlardı bazen suya, "foşşş" diye bir ses çıkardı; o görüntü ise görülmeye değerdi. Çocuk olmakla da ilgili değildi sanki, "Şimdi olsa en az o kadar eğlenirdim" diye düşündü. Ya da belki geçmişe ait bir duyguydu bu. Kendi zamanında kalmayı becerememiş, başka zamanlara da taşmak isteyen bir zevk parçası.

"Yaşlandık be..." diye düşündü. Belki de geçmişe ait olan o duygu diğerlerinin eksiğini kapatmaya çalışıyordu sadece, şimdiki zamanı yamamak istiyordu. Bu zamana ait duygular yoktu hayatında ve bu gerçekle o an karşılaşmak onu biraz üzdü. Duyguların yerini mecburiyetler, kahkahaların ve eğlenceli bağırışların yerini açık pencereden dışarı kaçan bir sessizlik ve biraz da içeri sızan otoyol gürültüsü almıştı. Hangisinin daha yoğun olduğunu, hangisinin üstten gittiğini merak etti. İstanbul Boğazı'ndaki Karadeniz ve Marmara Denizi'nin suları aklına geldi. Daha tuzlu olan Marmara'ydı, alttan giderdi. Sessizlik de daha yoğun olduğu için alttan giderdi herhalde. Bu saçma düşünceyle kafasını daha fazla yormak istemedi ve unutmaya çalıştı. İstemsiz olarak başını sağa sola salladı bir kez, düşünceyi savurup atmak ister gibiydi, ama o bu harekete bir anlam veremedi.